Aira’nın anlatıcısı nasıl rahibe olduğunu, aynı zamanda nasıl da olmadığını, erkekken kız olduğunu, kızken erkek olduğunu anlatan bir kızerkek, rahibe (değil), altı yaşında bir çocuk. “Öncesine dair hiçbir şey hatırlamıyorum; sonrasındaysa her şey canlı, uyku anlarını dahi kapsayan kesintisiz tek bir hatıraya dönüşüyor, en sonunda da rahibe giysisini sırtıma geçiriyorum.” (s. 9) Geçirmiyor, hikâyenin başlangıcındaki çilekli dondurma faciasının nesnesi olan dondurma kazanının içinde bitiyor serüven. Çılgın bir anlatı, delilik. Çocuk egosantrizminin oradan oraya sürüklediği, anılardan mürekkep, bir o kadar hayalle örülü şahane bir metin, dümdüzlerden değil. Başlangıçta ailenin Coronel Pringles’ten Rosario’ya taşındığını anlatıyor César, otobiyografik bir kurmaca. Aile yoksul, köyden kente taşınarak daha iyi şartlarda yaşamaya çalışacaklar ama dondurmayla birlikte her şey tepetaklak olacak. Dondurma çilekli, César’ın babasına göre dünyanın en güzel tatlılarından biri, César ömründe ilk kez yiyor. Babası şapır şupur götürürken César’ın başına gelen: “Tatlının ilk zerrecikleri dilimde erir erimez midem kalktı. Daha önce hiç böyle iğrenç bir şey tatmamıştım.” (s. 10) Yüzünü buruşturuyor çocuk, tiksintisini gizlemeye çalışıyor ama babası fark ediyor durumu, dondurmanın iğrenç olduğu cevabını alınca inanmıyor, yemeye devam ediyor. Bu noktada Aira’nın anlatıyı kurmadaki ustalığından bahsedebiliriz, César’ın dondurmayı gerçekten iğrenç bulup bulmadığını bilmiyoruz, belki babası zorla yedirmeye çalıştığı için tepki gösteriyor veya gerçekten de beğenmedi, ağzı dondu, bir şey oldu yani, bir şey olmalı çünkü babası dünyanın en lezzetli tatlısını yermiş gibi yapıyor, César’a ne oluyor? Babayla kızerkeğin aralarındaki gerilimi diyaloglarla, öfkenin ve idrak çabasının biçimlediği davranışlarla müthiş aktarıyor Aira. Baba hayal kırıklığına uğruyor çünkü çıktıkları küçük gezinti ve dondurmanın güzelliği baba kız ilişkisini derinleştirecekti sözde, olmuyor, adam kızgınlıkla çıkışıyor çocuğuna, zavallıcığı öğürte öğürte bir hal ediyor. César ilk kez dondurma yediği için aldığı tadın doğal olduğunu düşünüyor tabii, dondurma denen şey o. Babasına göre değil, adam belki de en başta yapması gereken şeyi en son yapıyor ve çocuğun dondurmasından bir kaşık alıyor. Mevzu çözülüyor, baba da yüzünü buruşturup tükürüyor dondurmayı, bozukmuş meğer! Dondurma faslını on sayfa boyunca derinlemesine okuduktan sonra ikinci kısma geçiyoruz, iri yarı adam çocuğunu da yanına alıp dondurmacıyı basıyor. Kargaşa, dondurmacı başta inanmasa da kovanın kapağını kaldırıp koklayınca dondurmanın bozuk olduğunu anlıyor ve ip kopuyor, baba belki de az önce kızoğluna haksız yere sinirlendiği, sinirleri laçka olduğu için adamın üzerine atlıyor, yumruk yağdırıyor, dondurmayı zorla yedirmeye çalışırken adamın kafasını kovaya sokuyor. Çırpınma, kasılma, hareketsizlik.
César’ın dondurmacıdan çıktığı, şokun etkisiyle bol üç noktalı hale gelen bölümde düşünce akışının önü alınamıyor, çocuk o sene Arjantin’i ve komşu ülkeleri etkileyen siyanür zehirlenmesinden mustarip olduğunu çok sonra, olayları hatırlarken fark ediyor ama o kadar da yaşamayacak, ne ara hatırlayıp da anlatıyor bilemiyoruz. Neyse, ölmüyor ama kriz üzerine kriz geçiriyor, sağlığı o kadar bozuluyor ki haftalarca hastanede yatmak zorunda kalıyor. Yaşamı fırtınaya dönüşüyor, ateşler içinde yatarken yaşamının o zamana kadarki evreleri, zihninin derinliklerindeki hatıralar ortaya çıkıp ampirik deneyimlerle birleşiyor, örneğin ailesine zehirli bonbonlar ikram ettiği hayalini görüyor bir ara, sayısız hayalden biri. İç ve dış ayrımının farkına varıyor bu noktada, deneyimlediği dünyayla içindeki dünya arasındaki bağlantı noktalarını keşfetmeye çalışırken yalancı ve gerçek anıların peşine düşüyor, hayallerindeki kurmacayla gerçekliği ayırt etmeye çalışıyor. Belli bir örüntüye dahil her şey, César farkında. “Seri dışarıdaydı (sel, kunduz, bonbonlar, sırrım) ve ateşimin ürettiği hezeyan stokunu tüketmekteydi… Geriye bir tek gerçekliğin taşkın kütlesi kalıyordu, kudurmuş bir hakikat…” (s. 28) Annesiyle babasını canavar olarak görür, kendisi de pek öyle uysal bir kız değildir, zordur, üstelik dünyanın bütün kötülükleri bir araya gelip ailesini oluşturur ve korkuyu ortaya çıkarır César için, oğlanın veya kızın bu hezeyanlardan ödü patlar. Bir ay sonra kendine gelir yavaş yavaş, sağlığına kavuşmaya başlar ama içinde bir şey kırılmıştır, insanları kurgusal karakterler olarak görmeye başlar. Doktoruyla ilişkisinde açığa çıkar bu durum, hep yalan söylemeye karar verir. Yalan üzerine yalan, böylece insanların korkunçluğundan sakınacaktır kendini. Hiçbir şeyi yokken öğürmeye başlar, acıdan kıvranırken gayet sakince durur, kendi deyişiyle “kurmacayla gerçeği birbirine karıştırır”, sakındıklarından biri haline gelir adım adım. Dil de yamulur o sırada, korkunç hemşire ve umacı doktorun sordukları sorulara garip cevaplar vermeye başlar César, örneğin rüyasında gördüğü bir cüceden bahsederken “Bir cüce… bir cücece… cübece büce…” diye yarı sayıklayıp yarı anlatır. Bu dil mayışması, cavlaması, cortlaması sadece hastane döneminde ortaya çıkar, Aira metnin başka yerinde oyunu sürdürmeyecek kadar tutumludur, anlatıya hakimdir.
Okula üç ay geç kalır César, eğitimine haziranda başlar. O dev gibi çocukların arasında ne işi olduğunu bilemez, yine de idarecilere yalvarıp yakardığını düşündüğü annesinin yüzünü kara çıkarmamak için arıza çıkarmadan okula gidip gelir. Babaya ne olduğunu bilmiyoruz henüz, Aira gizemi sürdürmek için bazı noktaları açıklamıyor veya açıklamayı sonraya bırakıyor, hoş. Neyse, hastanede pantomim yapanların sahteliği üzerine düşünen César öğretmenle öğrenciler arasındaki ilişkileri de benzer biçimde irdeler, sınıftaki soyut mim gösterisinin anlamsızlığı yüzünden derin kaygılara sürüklenir, dram iliklerine kadar işler. Tuvalet faslında César’ın erkek olduğunu anlarız diyeceğim, emin olamıyorum. Erkekler tuvaletindeki arkadaşı durumu garipsemediğine göre César erkekse de kendini sürekli “kız” olarak değerlendirdiği için eşcinselliğin henüz anlaşılmadığı erken bir dönemi yaşadığını anlarız César’ın. Bir şey daha, duvardaki yazıları okuyamamaktadır, okumayı sökememiştir henüz. Arkadaşının gösterdiği duvar yazısının çizgilerini ezberler, defterine yazar, öğretmeninin yazıyı görmesiyle başı belaya girer. Çocuğun başı dertten kurtulmaz bir türlü, öğretmenin onca şamarından sonra anne okulu basar, önüne gelene paparayı yedirir. Dışlanacaktır César, öğretmeni bir daha bakmaz, ilgilenmez, çocuk okumayı kendi kendine öğrendiğini fark eder sonra, kendi kendini tahlil etmeyi daha yetkin bir biçimde sürdürür, yazılı kültürden el almaya başlamıştır artık. Annesinin çabaları, bir anda hapiste ortaya çıkan babasının yenilmişliği çocuğu iyice kendine döndürür, dış dünyanın gerçekliği yitmeye yüz tutar. Finale kadar böyle, en sonda gerçekleşen olaylar zaten anlatının nereye gideceğini hiç kestiremediğimiz için şaşırtıyor ve şaşırtmıyor. Çocuğumuz denk geldiği bir kadının yakınlığından etkilenir, kadın çocuğa anneyi ve babayı sorar, sonra birlikte yolculuğa çıkarlar. Ölen dondurmacının eşidir kadın, çocuğu öldürmeye karar vermiştir ve çocuğumuz gerçeklik algısını yitirdiği için kadının garipliğinin daha en baştan beri farkında olsa da hiçbir şeye karşı çıkmaz. Dondurma teknesinde ciğerleri şiddetle çatırdarken, kalbi dururken ne yaşadığını düşünür, noktayı koyar.
Pek ilginç bir metin bu, yaşamın tam kalbinde gerçeklikle kurmaca ilişkisini defalarca sorgulatır, çocuğun öz kurgusunu merakla okutur, yaşama taşan hayalleri ayıklamaya çalıştırır. César’ın iki metni daha var, yine Can’dan çıkmış, gördüğüm yerde alıp okurum çünkü Latin Amerika’nın büyüsüz, hayalli gerçekçiliği de pek hoş. Meraklısının ellerinden öper, Arjantin diyarlarından on numara metin.
Cevap yaz