Sigara 19. yüzyıldan beri diğer tütün mamullerine göre daha çok tüketiliyor, enfiye yerine tercih edilmesi anlaşılır çünkü elimize ağzımıza sürüyoruz, keyfi fazla. Detlef Bluhm’un Tütün‘de belirttiğine göre Prusya’da anarşiyle bütünleşen puro yerine içilmesi de anlaşılır, bu işte siyasi saiklerin de rolü olduğunu düşünmek mümkün ama en önemlisi üretim ve tüketim optimizasyonudur herhalde. Tütünü kuruttuktan sonra ehil işçilerin elinden geçirmek ucuz, paketlerin fiyatı uygun, sosyal baskı da olmayınca herkes gönlünce içebiliyor. Nacar’ın ilgilendiği kısım üretim aşamasında işçilerin sömürülmeye karşı gösterdikleri direnç, örgütlenme çabası. Amerikalı uzmanlar Cibali’deki çalışma temposunu gördükleri zaman şaşırmışlar, işçilerin otomatikleşmiş bir şekilde hızlı hızlı çalışmaları karşısında hayretlerini dile getirmişler de otonom sistemlerin yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı, işçi ücretlerinin giderek düşürüldüğü ve parça başı işin yavaşlığa tahammül göstermediği zamanlarda normal bir manzara. İngiltere’deki gibi makineleri kırmıyor işçiler, onun yerine grev haklarını kullanarak iş bırakıyorlar, tütünleri sulayıp iş görmez hale getiriyorlar, patronlarla ve zaman zaman devletle çatışarak haklarını korumaya çalışıyorlar. Plansız işlerin ve akılsızca büyümenin etkisi de büyük, üç sene üst üste süper mahsul alınıp bunun sonucunda sermayedarlar ve işçiler güzel para kazanınca deli gibi tütün ekilmiş 1900’lerin başında, dağ taş tütün olmuş ve üretim zincirinin bir noktada patlamasıyla tonlarca tütün depolarda kalmış, talebin o kadar da artmadığı bir zamanda üretim yavaşlatılmış ve işçiler haliyle mağdur olmuş. Bu gerilemenin paydaşlarını incelemeden önce sigaraya biraz daha bakalım, Şark tütününü çok seven Batılılar sayesinde Balkan ve Anadolu toprakları tütün üretimiyle ünlenmiş. Samsun, İskeçe, Selanik, Aydın ve İstanbul gibi yerlerde tütün endüstrisinin geliştiği görülüyor, tedarik zinciri ve kaliteli mahsul sağ olsun da en çok gelir getiren ya da borç kapatan yerlerin başında gelen Selanik ve İskeçe’nin alternatifi yok, belli ki uzun vadeli planlar da yapılmamış, oralar kaybedildiğinde Osmanlı tütün üretimini başka yerlere kaydırarak zaman kaybetmiştir sanıyorum. Grev pratiği ve hafızasının zayıfladığı besbelli, zaten II. Abdülhamid’in grev yasaklarından ve inzibatlarından yeterince bunalan işçiler bir de grevlerin belki en sık görüldüğü ve yine belki en iyi örgütlendiği modelleri de yitirince, arka arkaya patlayan savaşlarla birlikte güçten iyice düşünce, ardından da Cumhuriyet’le birlikte süren baskıdan kurtulamayınca vah işçi! Bir zamanlar fırtınalar esmiş, ayrıştırıcı koşullara rağmen Rum, Ermeni, Yahudi, İtalyan, Türk, kaç millet ve dinden işçi varsa hepsi birleşmiş, patronların evlerini basmış, dükkânlarını yağmalamış, valileri korkudan titretmiş, polise karşı dik durmuş, bazen hedefe ulaşmış da çalışma saatlerini düşürmüş veya maaşları artırmış, bazen de muktedirin kaba gücüyle yüzleşmiş ve sürgün edildikten sonra vatan hasreti çekmiş. Nacar’ın ele aldığı kırk yıllık süreçte şöyle sağlam bir çalkalanmış devlet, topraklar el değiştirmiş, ihtilaller yaşanmış ama işçilerin mücadelesi hiç değişmemiş. Jeremy Brecher’ın Grev!‘inde sermayeyle işbirliği yapan devletin geliştirdiği yeni taktikler sonucunda grevlerin nasıl sona erdirildiğini, grev yanlılarının yeni taktiklerle hiç görülmemiş türlerde grevler başlattıklarını biliyoruz, birbirini fiştekleyen bir çekişmenin tarafları zaman içinde daha mücadeleci, duruma göre vaziyet almakta daha seri oluyor, bu seyrin karşılığını Osmanlı’da bulamamanın sebeplerini düşünüyorum. Devletin icatları yok bu konuda, farklı yöntemler geliştirmiyor da kaba kuvvetle çözmeye çalışıyor durumu, genellikle de çözüyor. Görünürdeki küçük kazanımlar işçileri bir süreliğine mutlu etse de gidişat belli, grev liderleri yakalanıp hapse tıkılıyor, sonra yallah Hanya’ya veya Konya’ya. Patronlar “imtiyazları” hemen geri alıp eski sisteme döndürebiliyorlar işçileri, bir devamlılık yok. Bu eksikliği gidermek için kurulan sendikalar başlangıçta devletin soktuğu çomakla zorlanıyor ama örgütlenmenin en önemli parçalarından biri olarak işlevli. Nedir, savaş çıkınca ilk vazgeçilenlerden biri işçi haklarıdır, sendikalar hemen kapatılır, ekonomi savaşa endekslenir, bir de mevcut yönetim işleri daha da kötüleştirip siyasi çalkantılara yol açarsa direniş biter. Tütün işçileri 1900’den sonra başka iş kollarıyla birlikte hareket etmeye başlasa da çeşitli sebeplerden bölünebiliyor üstelik, etnik çatışmalar bir süre ertelenebilmişse de Balkan coğrafyası kaynamaya başlayınca esas düşmanın kim olduğu unutuluyor, sınıfsallıktan uzak bir iç savaş başlıyor. Çok şey başarılmış yine de, saygı duyulası.
İmparatorluğun üç büyük alacaklısı olan Osmanlı Bankası, Bleichröder Bankası ve Credit Anstalt’ın kurduğu Reji’ye iç tütün piyasasında tekel hakkı tanınınca hedef belirleniyor. “İşçiler, ancak ülkedeki siyasal durum Reji’yi kendilerine karşı daha uzlaşmacı bir tutum takınmaya zorladığı ya da işleri makineleşmeden etkilenmemiş çalışma arkadaşlarının onların yanında durduğu zamanlarda, gerçek ücretleri ve sosyal hakları artırması için şirket üzerinde baskı oluşturabiliyorlardı.” (s. 17) Tütün yapraklarının sınıflandırılıp paketlendiği mağazalarda durum biraz daha farklı, mücadelenin çehresi değişiyor buralarda. Mesela tütünün işlenmeden yurt dışına çıkarılması gibi bir tutum çok sayıda işçiyi aç bırakabiliyor, sendikalar grev sırasında işçilere destek çıksa da kaynağın kuruması uzun sürmüyor genelde, dayanabildiği yere kadar dayanıp koparabildiğini koparıyor sendika, patrona güven olmayacağı için her an tetikte bekliyor. Zamanla artan vasıflı emek talebini karşılayan işçilerin birleşmeleri pazarlık sürecinde işe yarıyor fakat işçilerin tamamının birleşmesi önem kazanıyor bu noktada, fabrika sahipleri doğrudan kadınları tehdit edip erkekleri kontrol etmeye çalışıyorlar, milliyet üzerinden katakulli çeviriyorlar, devletin gücünü işe koşup grev kırıcıları sahaya sürüyorlar veya kolluk kuvvetlerini işçileri korkutmak için kullanıyorlar. Yan yollarla da söğüşlenen işçiler devlete başvurarak maaşlarından yapılan kesintileri ortadan kaldırmaya çalıştıklarında sülük kurumlar çok rahatsız oluyor diyelim, kiliseler ve diğer kutsal mekanlar için işçilerden kesilen ücret itirazlar sonucunda kesilmiyor artık. İşçiye kuş kadar maaş verip günde 12 saat çalıştırıyorlar, üstüne dinî kurumlar için kesinti yapıyorlar, süper olay. Tütün dükkânlarının kapılarını pencerelerini indiren, esip gürledikten sonra evine kapanan patrona ölüm korkusu salan işçilerin azimleri ve kardeşlik duyguları önemlidir, cinsiyetçi hiyerarşiler kurmasalardı daha da iyi olurdu. Sendikaların yönetiminde tek bir kadına bile rastlamıyoruz, oysa fabrikalarda en çok sömürülenler kadınlar. Erkeklerden daha az kazanıyorlar, korkutuluyorlar, makineler geldikçe işlerinden oluyorlar, bütün bunlara rağmen ön safta yer alıyorlar. Uğradıkları ayrımcılığa rağmen sınıf mücadelesinde bir araya gelen, bunun dışında dinî liderler ve aile tarafından sürekli azarlanan kadınlar çekmiştir grevlerin yükünü. Erkeklere uygulanan muamele kadınlara da uygulanmıştır mutlaka, hemşericilik bu sektörün en önemli özelliklerinden biri ve kadınlar için kabus. İşin satılması da var tabii, formen denen usta başları yeni işçilerden aldıkları rüşvetle kendi sınıfına ihanet ederken birlik ruhunu da öldürüyor.
İktidar ne yapıyor, tek bir örnek vereyim ve ABD’deki hobolara kesilen cezanın muadiline Osmanlı’da da rastlanabileceğini anlatayım. İşten çıkarılanlarla birlikte iş bulmak isteyenler de grev yaptıkları zaman “serseri” olarak damgalanıyorlar. “Greve katılan göçmen işçilerden serseri olarak bahsedilmesi tesadüf değildi. Osmanlı hükümeti 1890 Eylül’ünde işsiz kent yoksullarına suçlu muamelesi yapan bir nizamname yayımlamıştı. Söz konusu nizamnamede ‘serseri’, muayyen bir ikametgahı ve meşru bir gelir kaynağı olmayan, işsiz güçsüz avarelik eden insan olarak tanımlanıyordu.” (s. 94) Yani işsizlik suç, potansiyel grevci olarak orada burada dolanmak suç, hak aramak külli suç.
Şahane bir araştırma, tavsiye ederim.
Cevap yaz