Persona bütünlüğü: Bilişsel işlemler yaşamın algılar sistemine sığmayacağı ortaya çıkınca farklı kurgular üretmeye başlıyor. Deneyimleriz bunu, yetişmeye çalıştığımız yere koştururken bir an önce bitmesi gereken monoloğa başlarız. “Koşkoşkoşkoşyetişönemliişkoşkoş!” Acı parçalar, bütünü bulmaya çalışırken kişiliğin farklı zamanlara ait tarihçeleri dökülür, yaşamımızın anlatısı bölümlenir. İte kaka uydurmaya çalışırız parçaları, uymaz. Tek bir ân için uçsuz anlatılar düşleriz. Her biri yazına dökülür, dökülmezse personalar oluşturur, parçalı bulutlu yaşarız. “Yazmak” bölümünde söylüyor Karasu, yeni bir şey ortaya koymak için değil, yapmak istediği şeyi yapmak için deniyor anlatım biçimlerini. Dizgesel, klasik anlatı bu yaşamı kaldırmıyor, kaldırmak zorunda da değil, edebiyatın yaşamı tam olarak karşılaması ne ölçüde istenir, okura bağlı ama bu çağın anlatısını düşününce parçalılık, yeni anlatım biçimleri makul. Görselliğin ağır bastığı zamanların anlatıları da görselleşecek, Steven Hall’un Köpekbalığı Metinleri‘ndeki gibi. Okur ne yapacak, Karasu’ya alışkınsa yenilikleri yadırgamayacak. Karasu’yu baştan başa okumuş okurlar için yakınacak bir şey olmasa gerek. “Bulmaca olsun diye uğraşmam, ama okurlarım da artık herhalde bana da bir parçacık alışmış olsalar gerek.” (s. 27) Yazmaya başladığı zamandan beri yenileniyor Karasu, Kılavuz‘la Gece arasındaki tahkiye değişimi bile başlı başına inceleme konusu ki aynılığın üzerinde de düşünmüştür, bir yazarın bir kitabı birkaç kez yazıyor olmasının pek de ilginç olmayacağını, belki biraz sıkıcı olacağını düşünür, gerçi bu da tartışmaya açık bir fikirdir, sonunu bildiği bir anlatıyı tekrar tekrar biçimlendirmek sonla ve başla ilgilenmeyen yazar için sıkıcı olur mu? Karakterlerin belli bir haritaya uyarak devinmeleri gerekirse de değiştirilecek yolların haddi hesabı olmaz, anlatıya katılacak yenilikler sınırlanamaz. Biçem alıştırmalarında örnekleri görülmüştür, aslında Karasu’nun dediği gibi bir cenderedir bu, yazar çeşitli biçimlerde kendini cendereye alır ve zorlar. Oulipo’nun mantığına yakın bir şey. Ardışık metinlerden biri parlıyor, o yenilik taşıyor işte, geleneğin varlığının farkında, bununla birlikte bir şeyi hiç gösterilmemiş şekliyle gösteriyor. “Yeni bir şey yok” kalıbını irdeliyor Karasu, yeni bir şeyin olmadığını ve olduğunu söylüyor, alışılagelenin dışına çıkma “cüreti” gösteren her anlatı, her metin yeni. Türler yüz yıldır ölüyor ama sınırları kaskatı durduğu, görüldüğü için yeniyi anlamlandırabiliyor, kendine göre konumlandırabiliyor. Yazın Kuramı‘nda Wellek-Warren ikilisi türlerin ortaya çıkışından bahsederken zamanın yarattığı ekonomik, sosyal, toplumsal, bireysel vs. bakışların tek başına yetersiz olduğunu, bir araya getirilip gestalt mantığıyla değerlendirilmeleri gerektiğini söyler, Karasu bu görüşün anlamsal temeli üzerinde yükseliyor.
“Batı” bölümünde Karasu’yla Edgü’yü yakıştırdım, ikisinin de Batı kültürü karşısında bir saplantısı yok. Karasu’ya Batılıları aratmayacak şekilde yazdığı söylenmiş, bizim bu metinlere hazır olmadığımız anlamına gelecek bir şey. Oysa Türkçeye gönül rahatlığıyla yaslıyor sırtını Karasu, Türkçenin “deneylere girişilmesi” hususunda oldukça zengin, uygun, elverişli olduğunu söylüyor. Anlatı geleneği kültürümüzde mevcut, bunu deneylerle geliştirmek, kısırlıktan yeni anlamlar doğurmak gayet olası. Okurun da bunu anlaması, yakalaması lazım tabii. “Okurun çok dikkatli olmasını gerektiren bir şeyler yazıyorum.” (s. 31) Yoğun şeyler. Fazlalığı kısıp gürce söylemek konusunu açıyor Karasu, sonra kendisinin yerini kestiremiyor, o kadar da gür bir sesinin olmadığını düşünüyor, sonunda da nasıl yazıyorsa öyle olduğunu söylüyor. Kendiliğinin farkında, kendiliğinin yarattığı metnin de farkında. Öz farkındalığı metinlerinde anlatının hep bir adım gerisindeymiş gibi hissediliyor ama gölgesi dahi vurmuyor, orada değilmiş gibi. Felsefeye bağlanıyor mevzu, biraz felsefe okumuş Karasu, yaşama ve dünyaya hep yazın açısından baktığını, felsefenin de bu bakışlara sızdığını, yoksa felsefi metinler yazma niyetiyle yazmadığını söylüyor, hatta yazdıklarında felsefe olmadığını iddia ediyor. Sıklıkla düşünen, düşünmeyi seven bir adamın metinleri uygulamalı felsefenin alanı haline gelirse şaşmamalı.
“Musiki-yazı-resim”. Musiki eğitiminin felsefe eğitiminden daha önemli olduğunu söylüyor Karasu, böylece insan ölçüyü, zamanı, sınırı öğreniyor, renkleri de. Ayrıntılar, incelikler bu tür bir eğitimde öğreniliyor, hele küçük yaşta. Karasu on yedi yaşına kadar müzikle uğraşmış, o yaşta yazı yazmaya karar vererek yolunu apayrı bir yere çıkarmış, üstelik iyi bir okur olmasına rağmen yazmak hakkında hiçbir fikri yok, radikal bir dönüşüm. Evinde bir piyano olsa keyifle çalacağını söylüyor ama müziğe karşı tutkusu körelmiş gibi gözüküyor, ya bir küskünlüğün ya da mutlak bir ayrı düşmenin eseri, yoksa insan aklındaki müziği duymak istiyor, o piyano alınırdı yani. Bunun dışında aklına gelen her fikri kağıda dökmediğini söylüyor Karasu, konuşmalarında ve yaşam pratiklerinde aklındakileri yansıtıyor, yazı yaşamın her noktasını kapsamadığı için.
Okuma pratiği tanıdık. Okur olarak okuyor, yazar olarak okuduğu zaman, “Ben olsaydım şöyle yapardım” diye düşünüyor. Başkaları yazmak dışında başka işlerle uğraşabiliyor ama Karasu için yazmak başlıca iş, özel bir şey, anlatamıyor bir süre sonra, sezgisel olarak duyumsanacak bir şeyin sınırlarında dolanıyor. Çok uzun uğraşmak, yavaş yavaş kurmak istiyor mesela, bunun yanında yazı yazılmadıkça hazırlığın beş para etmeyebileceğini söylüyor.
“Aşk-Korku”, “Okumak” ve “Çeviri” diğer bölümler. Kısacık, küçücük bir metin. Karasu konuşuyor, Karasu’nun kitaplarına rastlamamış olanlar için de.
Cevap yaz