Başar Başarır – Sibop

Karakter romanı. Karakter götürüyor, iki anlatı çizgisi var gibi görünse de Orhan’ın gevezelikleri yayılıyor metne, kontrol, ağırlık gevezelikte. Diyorum çünkü baş ağrıtıyor, Kerim Uluğ’un 1970’lerdeki yaşamının, kendisiyle birlikte etrafındaki insanların yapıp ettiklerinin 2000’lere yansıması Orhan’la Aslı’ya varacak, daha çok Orhan’a, “Sibop” lakabını muhabbetinin tırtlığından alan kahramana. Hikâyenin özgül yapısından dışarı çıkıp bakıyorum, Orhan’ın otuz yıllık bir popüler kültür çöpü olmaktan başka bir işe yaramadığını görüyorum. “Zaaa” var, “kesin bilgi yayalım” var, Cenk-Erdem esintili sözcük oyunları var, daha pek çok şeyle birlikte bunların toplamı Orhan. Neden Sadri Alışık gibi konuşuyor, araya neden İlhami Algör’ü oyunlarla sokuyor bilinmez. Sebebi Cihangirli bir bıçkın olması(?) mıdır, bıçkınlığı nereden gelir, haytalığının misali var mıdır, Cihangir’i ve bıçkınlığı bomboş bırakarak olur mu bu işler, olmuyor, hikâye yemiyor çünkü bıçkın değil, afrası tafrasının altı boş, üfürükten bir adam. Ablasıyla birlikte tez yazıyor millete, hani mahalledeki forsunu görseydik varsa, ne bileyim, mahalle abisiyse mahalle abiliğini, koftiyse koftiliğini, yok. “Dışarı çıkıp” dedim, şöyledir, Beyoğlu’nda on küsur yıldır çalışıyorum, işim gereği çocukların aileleri dahil çok Cihangirliyle zaman geçirdim, Cihangir’de de zaman geçirdim, Orhan’a benzer kimseye rastlamadım. Orhan’ı Sultanbeyli vatandaşı yapsak, hukuktan mezun olmasını da karakterler arasındaki üç dört bağlantı noktasına takla attırarak gastronomi mezunluğuna çevirsek hiçbir şey değişmez. O zaman eldeki Cihangir ve hukuk bilgisini ne yapacağız, bir şey yapmayacağız, hukuk camiasının berbatlığı memleketin berbatlığı gibidir, gastronomi camiasının berbatlığı da hukukun berbatlığı gibidir, zaten çoğu iş gevezelikle yürüdüğü için karakterin sırtına yüktür bunlar, gereği yoktur. Bir iki örnek çaçaronluğa: “İtiraf etmeliyim, Aslı’nın sade, boyasız hali nefesimi daha çok kesiyo. Komşu kızını zapt eyle, bizim oğlan fena halde âşıkmış. İçim eriyo lan, seviyorum ben bu kızı, ne derseniz deyin, karışmayın işime, zevk meselesi bu, ayakkabı köselesi değil. Köhne kalbim ara gazı yemiş dizel motor gibi gümbürdemeye başlıyo. Demek düşündüğümden daha çok seviyomuşum onu. Demek o kadar da büyük bir tongaya basmamışım. Mı acaba?” (s. 181) Yüz seksen beşinci baskı, Orhan bir yerde ikinci baskıyı yapmak istemediğini söyler ama uçmuştur çoktan, sevip sevmediğini sorgular, çok sevdiğini düşünür, otomatik tüfek gibi düşünür, uzattıkça uzatarak düşünür, bazı bölümler sırf patinaja benzer düşüncelerine ayrılmıştır ki bölümün sonuna gelemeyeceğini düşünerek namluyu ağzına sokar okur, horozu kaldırır, tetiği çekecekken bölümün bittiğini görüp rahatlar. Ha, malumatta sorun yoktur, Orhan öyle spektaküler bilgiler verir ki ufkunda güneşin açtığını duyumsar okur bu sefer, bazı şeylerin neden öyle olduğunu anlar. “Kerizsin sen keriz kal” gibi göndermelere bir iki kere rastlanır, hikâyenin bu kısmı alıntılayacağım bölüme gelirken suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışanlarla ilgili hale gelir. “Ama suçluysan, habissen, çiyansan, işte o zaman yaşadın, orası kesin. Suç işlesen de seni yakalayamazlar, yakalasalar da delil yetersizliğinden yırtarsın, yırtamazsan da hâkim az ceza verir, çok verse de hafifletici sebepler bulup düşürür, düşürmese de yarısını yatar geçersin, geçemesen de af çıkar, afla salınmasan bir punduna getirip kaçarsın, kaçamasan da içerde kral olursun, krallar gibi takılırsın. Hiçbiri olmazsa şanssız bir devesin. Bu da demektir ki başına gelenleri dibine dek hak ediyorsun. Olay bundan ibaret. İşte bizim yerli malı adaletimiz bu Aslı.” (s. 91) Avusturya’dan gelen Aslı’ya anlatıyor mevzuyu da hukuki bir meseleyi çözmek istiyor zaten Aslı, uzaydan gelmiş değil, bu tiradı okura yönelik bir gösteri olarak görebiliriz. Okura yönelik tiratlar tetiği de çektirir, jandarma da çağırtır durduk yere, silah patlamadıysa. Mahalleden birkaç yetkili abiyi tanır Orhan, işlerini onların yardımıyla yürütür, Sami Abi’sinden Aslı’ya dair bilgiler alır zira Sami Abi polisle de iş yapan, Osmanbey’in kralı gibi biridir. Ha, tabii, kimse ne ana siker, ne göte koyar, herkes papatyadır, herkes el ele mafyacılık, sersericilik oynamaktadır. Müthiş steril bir dil, argoya boğunca olmuyor şeker. Poproman mı demeli, Murat Menteş’in karakterleri her an metne zıplayabilirmiş gibi, öyle bir atmosfer. “Muzaffer Yardangeçti” gibi karakter adları soyadları, bu tür romanların devrinin geçmesi lazım artık ya. Marvel filmleri ilk patladığında bağlantı eksiklikleri yüzünden şaşırırdım, karakter oluşumları zart diye tamamlanır, ekşına abanılırdı, aynı şeyi bu romanı okurken de hissettim. Orhan sanki hep Orhan, ilkokuldaki halini anlatırken de Orhan, üniversite zamanlarını, stajını anlatırken de Orhan da zaten hep o sesi taşımış, zaman içinde hiçbir bilişsel değişim geçirmemiş, zamansallık hiç bulaşmamış gibi psikolojisine. Aslında koca bir ağız Orhan, insan değil, bölümleri oluşturmakla vazifeli sadece. Ablasının devrimciliği, davadan ötürü ödediği bedel, “özeleştiri vermek” falan, halası yobazlığın kıyılarında yüzen bir kadın, ana baba ölü, süs gibi. Lüzumsuz yan hikâyecikler için varlar. Annesinin sesini başlarda sürekli duyuyor Orhan, sürekli eleştiriliyor, sonra annesi yoruluyor ki susuyor sanıyorum, ortadan kaybolmasını başka bir şeye bağlayamıyorum. Hepsini geçtim, Aslı’nın sırf “feys” profilinde “hukuk” yazdığı için Orhan’a yanaşması, şak diye evlenmeleri? Parodik romanda yerse yer ama bu hikâyede açık çok nokta var, karakterlerin patolojileri hakkında hemen hiçbir şey anlayamadığımız için intihar bombacılarına dönüşseler bile eyvallah, kabul edeceğiz. “Vay Orhan’a bak, yine kurdu dümeni,” falan diyeceğiz, keyiften iki kilo domatesin üzerine oturacağız. Paranın bahsinde aklının karışmasına, Aslı’yı katakulliye getirmeyi ara sıra düşünmesine, şehrin ortasında şık ve ucube bir binaya razı gelmesine rağmen Kuzey Ormanları’nın katledilmesine tepki gösterince şaplağı yapıştırabiliriz ayrıca, tutarlılık namına.

İçeriden bakınca şöyle: Orhan fiyakalı bir karakter, otuzlarında, Aslı’yla tanışınca bumçikibum, evlilik. Aslı geri zekâlı olduğu için sırf feys profiline kanıyor, hukuki yardıma ihtiyacı var çünkü. Babasından kalan mirası öcü müteahhide kaptırırsa sızlayacak kemikler çok. Aslı’nın babası Kerim Uluğ eskinin hızlı devrimcilerinden, dahil olduğu tiyatro ekibini ikna ederek tiyatronun hisselerini dağıttırmış herkese, böylece yüzde bilmem kaç hissesi olan çaycı, “Çay yok bok için!” diye bağırmamış da keyifle çalışmış. Şule’nin kırıklarından biri milletvekili mi, bakan mı ne olunca binayı on yıllığına kiralamış bunlara, hisse dağıtma işi bundan yedi yıl sonra. Şule’nin kardeşi Tarık etkisiz eleman, Oruç etkisi az eleman, kadro bu. Kerim okuldan arkadaşı Oruç’la birlikte merak salmış tiyatroya, Şule’yle biraz takıldıktan sonra Oruç’un kıza deli gibi âşık olmasından ötürü aradan çekilmiş. Lale annesi Şule’nin hisselerini satmak istiyor, Necip Tekbulut satmak istemiyor, Aslı satmak istemiyor, Necip Tekbulut tehdit edilince Aslı’yı Sarıyer’deki evinde saklıyor derken kaçma kovalamaca, Aslı’yı hapse attırmaca, bilmem ne. Karakterler ilginç, Aslı’nın yarım yamalak Türkçesi komedi potansiyeli taşıyor, müteahhidin adamı aşırı sıkıcı derecede kötü adam, Orhan’ın ablası Nebahat devrimci potansiyelini daha çok göstermiyor çünkü niye göstersin, mesele Orhan. Orhan da Orhan. Asıl sorun sanıyorum ki zekâ eksikliği: karakterlerin vadettiği zekâ yok, Aslı’nın bir kez olsun Orhan’a hukukla ilgili bir şey sorduğunu bilmeyiz mesela, Orhan’ın “tahmininde haklı çıktığı” bir konudur sadece bu. Nasıl desem, romanın tamamı çok parlak bir sıradanlık. Göz alıcı. Göz çıkarıcı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!