Füme iyi, marketlerde satılan değil de kasaptan alınan. Proteini yüksek, yağı düşük, karbonhidrat da sporda yandı gitti, geriye vücudu zorlamanın tatmini kaldı. Kas oranımı ölçüyorum, yağsız besinler yiyorum, bu ay balık zamanı da geldi, brokoli de çıkınca yaşadık. Bağışıklık sistemimi güçlendiriyorum, bu düzene geçtiğimden beri, aşağı yukarı iki yıldır yatağa düşürecek kadar hastalanmadım. Aferin bana. “Ancak bağışıklık sistemi aslında kanserin büyümesini ve yayılmasını olanaklı kılıyorsa, daha güçlü bir bağışıklık sistemi hasta açısından çok daha kötü olabilir. Bağışıklığın, mesela, baskılayıcı ilaçlarla ya da belki de ‘olumsuz düşünceler’le baskılanması bile daha iyi bir öneri olabilir.” (s. 13) Müzisyen bir arkadaşım var, babası da müzisyendi, devlet sanatçısıydı. Baktığınız zaman sonsuza kadar yaşayacağını düşünürdünüz, profesyonel derecede sportmendi, şu bisikletli ve inip çıkmalı, atlayıp zıplamalı karma sporu yıllardır yapıyordu. Ellilerinde kansere yakalandı ve hayatını kaybetti, kısa sürede. Şahane durumdaki bağışıklık sisteminin kanser hücrelerini sağa sola nasıl saçtığı iki bölümde uzun uzun anlatılıyor, ondan önce ikilemin sınırlarını çizmeli. Kontrol manyaklığı bedeni “ezmeye” odaklanmış durumda, ne kadar zorlarsak o kadar iyi olduğunu düşünüyoruz. Aşırı kas, aşırı sağlık, aşırı zorlama ölümü uzaklaştırıyor gibi hissediyoruz ama vücudun mükemmel görünmesi içeride dönen katakullileri engelleyemiyor ne yazık ki. “Kendi bedenindeki birkaç yaramaz hücre seni tamamen yere serebiliyorsa, o zaman beslenmeni ve koşu bandında geçirdiğin zamanı en ince detayıyla ayarlamanın ne anlamı var?” (s. 13) “En ince detay” noktasından yaklaşmalıyız, elbette spor ve sağlıklı beslenme iyidir, ömrü uzatır ama iki türlü sorgulamak lazım bunları, aşırıya kaçtığımızda vücudumuza verdiğimiz zararı düşünmeliyiz, bir de detaylarla uğraşırken kaçırdığımız zevklere ağlamalıyız. Çok üfürükten bir örnek olacak ama söyleyeyim, evde 15’er kiloluk ağırlıklarla çalışıyorum, pilates lastiğim var, adı buysa eğer. Edevat yok başka, çocukluk arkadaşım dört yıl içinde aygıra dönüşüp fitness hocalığına terfi ettiği için hareketleri nasıl yapacağımı da biliyorum. Salonda gelişebileceğimden daha yavaş gelişmem sorun değil, salonda plank yaparken iki sayfa okuyamam çünkü. Seçim şansım var, en azından bunu seçebilmeliyim ki aynı seçim şansına sahip hücrelerin kötü tercihlerinden ötürü ölmek üzereyken esas yapmak istediklerimi yapamamaktan ötürü pişmanlık duymayayım. Ehrenreich kendi kanser tecrübesinden sonra durağan, pasif ya da önemsiz olduğunu öğrendiği şeylerin de seçim yapabildiğini görünce oldukça şaşırmış, akademik yaşamı boyunca öğrendiklerinin geçerliliğini sorgularken aslında çoğu bilginin kesinliğinden emin olunmadığını görmüş, tıp canavarının sömürüye varan açlığını anlatmaya bu noktadan başlıyor. Sunulan “yaşam biçimleri” yığının bir parçasına dönüşmemizi sağladığı gibi dönemlik sağlık kontrollerinin de cebimizdeki parayı lüplettiği malum, ne kadarına ne ölçüde ihtiyacımız var acaba? Kitabın ilk bölümünde wellness denen sistemin çarpıklıklarına değiniyor Ehrenreich, ikinci bölümde mesele kanser ve kanseri önleyici tedbirlerin yararlılık derecesi. “Hepimiz daha uzun ve daha sağlıklı yaşamak istiyoruz. Burada sorulması gereken şu: Hepimizin ya da en azından çoğumuzun, genelde yapacak daha kayda değer işleri varken hayatımızın ne kadarını bu projeye adamalıyız?” (s. 16) Sağlığı bilemem ama hepimizin daha uzun yaşama isteği taşıdığımız tartışılır. Yaşlılıkla birlikte aksamaya başlayan vücudun kendini yenileme işlemlerini ittire kaktıra devam ettiriyoruz, düşünüyorum, metafiziğe kayıyor mevzu. Beden zirve noktasından sonra sistemi yavaş yavaş kapatmaya başlıyor, biz kapatma işlemini yavaşlatmaya çalıştıkça farklı prosedürler devreye giriyor, örneğin beslenmemize dikkat ettikçe mideye değil de ciğere çalışıyor vücut, buna benzer şeyler. Sokaktaki Adam‘dan bahsediyor Ehrenreich, bizde YKY bastı, Philip Roth’un esas adamı yazarın diğer esas adamlarına benzer şekilde sağlığına düşkün, ameliyat üzerine ameliyat yaptırıyor ama her ameliyatla ölüme biraz daha yaklaştığını düşünüyor, kafasını olumsuz düşüncelerle dolduruyor. Belki de bu sayede biraz daha uzun yaşayabilmiştir, bağışıklığın bilinçle ne ölçüde bağlantılı olduğu henüz tam olarak ortaya çıkarılabilmiş değil ama bu kitapta iddia edildiği gibi belki de o kadar pozitif olmamalıyız, dozunda pesimizm ömrümüzü uzatıyor olabilir.
Ölecek yaşa geldiğini fark eden yazar daha uzun bir yaşam için daha fazla çleye, rahatsızlığa ya da sıkıntıya maruz kalmayacak yaşa da geldiğini düşünüyor, acil bir tıbbi durum ortaya çıkarsa tedavi görmeye hazır ama öncesinde herhangi bir rahatsızlık yaratacak tedbirlerden uzak duruyor. Mamogram çekiminin bedenine verdiği zarardan uzak durmak için düzenli kontrollerden vazgeçiyor örneğin, radyasyonlu işlemler tedavinin seyrini belirlese de rayından çıkmış hücrelerin büyümesine de neden olabildiği için zararlı. Annemin son PET işleminde uyardı bizi doktor mesela, tümörlerin ne halde olduğunu bilmek istiyoruz ama radyasyon yiyip büyümesinler diye üç aydan üç aya film çektirmeyeceğiz bundan sonra. İyi kalmanın yolu kesinlikle erken teşhisten geçse de sonrası ve düzenli taramalar daha da önemli, hayatın sonunu acılı bir şekilde uzatan işlemler konusunda iki kez düşünebiliriz. Tiroid kanseri ameliyatlarını örnek gösteriyor yazar, Amerikalı, Fransız ve İtalyan kadınlara yapılan ameliyatların %80’i kadarının gereksiz ameliyatlar olduğu kanıtlanmış. Hastalar bu ameliyatların sonunda ömürlerinin sonuna kadar tiroid hormonuna bağımlı hale geliyorlar, kronik depresyondan ve halsizlikten mustarip oluyorlar. Ömrü birkaç yıl uzatmak uğruna yaşam standardının dibe vurmasını ister miydim, istemezdim sanırım. Tezer Özlü’nün ölümcül hastalığının tedavisini reddetmesi aynı motivasyondan doğmuştu yanlış hatırlamıyorsam. “Ölümün tıbbileştirilmesi” konusuna birebir şahit olduğum için vurdu, anneannemin günden güne kötüleşmesini izlerken en sonunda makinelere bağlı hale gelmesini hatırladım. Anneannemin sondan bir önceki durağı Üsküdar’da bir hastaneydi, uyur gibiydi ama rahatsızlığını yüzünden okuyordum. “Uyanık aslında,” dedi hemşire, anneannemi sertçe dürttü, kadıncağız gözlerini açıp bana baktı, kaşları çatık. Hemen kapadı sonra. Dışarı çıkınca yaz sıcağında titredim, kadın ölmeyi bekliyordu belki, zorla yaşattık. Hastanelerde geçen aşağı yukarı iki ay. “Tıbbileştirilen ölümün eziyetini reddetmekle kalmayıp aynı zamanda tıbbileştirilen bir hayatı kabul etmeyi de reddediyorum. Kararlılığım yaşla beraber daha da artıyor. Bana kalan zaman ufaldıkça, her gün ve dakika penceresiz bekleme odalarında ve makinelerin soğuk tetkikleri altında geçirmek için fazla değerli hale geliyor.” (s. 26) Üniversitedeyken bütün organlarımı bağışlamıştım, tıbbi ölümün reddine dair bir form olsaydı onu da hemen imzalarım, yaşlılıktan nefes alamıyorum diye boğazımda delik açılmasını istemiyorum. Doğal yollardan nefes alamayacak yaşa, hale geldiysem öleyim, yeterince nefes aldım demektir, vücudum da aynı fikirde belli ki.
Şifa ritüelleri de başka bir mevzu. İnsanlar para verip Budist tapınaklarında hafta sonlarını geçiriyorlar, ortalığı silip süpürüyorlar, öğretilerden nemalanıp tertemiz bir halde yaşamlarına dönüyorlar. Ne kadar temizleniyorlarsa o da. İnanç turizmi değil, sağlık turizmini andırsa da o da değil, bir garip beyaz yakalı silkme aktivitesi. Sigara bağımlılarının ikinci sınıf insan olarak görülmesi, ekonomik kastın bu tür alışkanlıklar üzerinden eziciliğini artırması bu sağlık modasının ürünü. Spor salonuna yazılmak da sınıf atlama aracı haline geldi, tıpkı sigara veya içki içmemek gibi. Toplum çok iyi güdülüyor, para harcanacak yeni alanlar ortaya çıktıkça belli bir sınıfa ait olmak için cüzdanlarını açıyor insanlar, süper. İyi, sağlıklı bir vücut için herhangi bir kuruma para vermek zorunlu değil. Ehrenreih sportif ve tıbbi ritüellerin duygusal etkilerini enine boyuna inceliyor, kapitalizmin söğüşlediği insanların psikolojilerini de çözümlüyor yer yer.
Daha pek çok mesele var, ufuk açıcı. İlgilisi edinsin, okusun.
Çok hoş bir yazı olmuş, sayenizde kitabı okuma kararı aldım