İklim krizinin yol açacağı felaketlerin istatistiklerini çıkardığımızda Magnason’un yaşantıları kalıyor, mevzu bu yaşantılarda. Dalai Lama’nın sevgi kelebekliğini de çıkarabiliriz, Steven Pinker’ın kapitalizme üstü kapalı övgüsüyle bezediği iyimserlikten başka pek bir şey yok Dalai Lama’nın savlarında, bu yüzyıl ona göre bir barış yüzyılı olabilirmiş çünkü şiddet yanlısı yüzyıl geride kalmış, şiddet yoluyla hedefe ulaşılamazmış, duygu ve düşünce eğitimi gerekliymiş, bilmem ne. Magnason’un İzlanda’da görüştüğü ulu şahsın şöyle bir videosu var, tehlikelere değiniyor, faydalı da mücadele konusunda çok dikkatli olmaktan ötesine uzanmıyor söyledikleri. Geçen Twitter’da konuşuldu biraz, tam bir değişim için sermayeyi dürtmedikçe, darmadağın etmedikçe bireysel çabaların yetersizliğinde boğulacağız, çevrenin kurtuluşu demek şirketleri/devletleri/kapitalizmi cortlatmak demek, öbür türlüsü debelenip durmak, geçici zaferlerle avunmak, ne bileyim, bugün engellenen bir maden işi yarın çok daha büyük bir güçle dayatacak kendini, haliyle sonuçları ortadan kaldırmak yerine kaynağı hacamat etmeliyiz. Falan. Magnason değiniyor gerçi buna, Dalai Lama’ya tamamıyla katıldığını söyleyemeyiz. İzlanda’da “boş duran” alanları okutarak para ütmeye çalışan devleti çomaklıyor bir güzel, öylece duran şeylerin öylece durmalarında bir fenalık olmadığını, aksine, öyleceliğin en doğal oluş, insana en yakın biçim olduğunu söylüyor. Bir ormana bakınca kaç çeki -şu sözcüğü de kullandım ya, gam yok, çeki var- odun çıkacağını hesaplamıyoruz sonuçta, neye ait olduğumuzu düşünüyoruz. Yaprağa ait değilsek kökümüz yok demektir, iyelik de doğru olmadı aslında, suya bakınca kendimizden bir şey bulmuyorsak diyeyim, varlığımızı derinden kavrama olanağını yitirmişiz demektir. Varlığımızı derinden kavramak çok önemlidir, bu bizi daha iyi bir varlık yapar, diğer varlıkları en az kendi varlığımız kadar var biliriz ki öyledir, hassas ve ince varlıklar oluruz böylece. Magnason doğduğu yerden ötürü buza, suya ve dağlara bakarak anlıyor bunu, atalarının anılarından, kayıtlarından yola çıkarak o unutulmuş bütünlüğü ortaya çıkarmaya çalışıyor, yazılı tarihin yanına sözlü tarihi de katarak ilginç hikâyeler anlatıyor. Madem iklim değişiminin izlerini görmemekte ısrar ediyoruz, gelecekteki faciaları kabul etmemekte (?) ısrarcıyız ya da meseleler o kadar dallanıp budaklanıyor ki kafamız kaldırmıyor onca köteği, sayılardan ve varsayımlardan başka bir şey lazım Magnason’a göre, geçmişe gidip bazı şeylerin bugünkü kadar korkutucu olmadığı zamanların rahatlığını hissetmek lazım. Beyaz gürültünün henüz uğuldamadığı dönemlere gitmek, hele İzlanda’nın yalıtılmışlığını düşününce sessizliğin kalbine.
Sagalar, İskandinav mitolojisi dünyanın sonunu getiren kıyametlerden bahsediyor, Hindu mitolojisinde de benzer yok oluşlar var, Magnason çağlar önce birken göçlerle bölünmüş, farklılaşmış kültürlerin izini sürerek mitlerin ortak yanlarını keşfedince “buzul” ve “inek” önem kazanmış onun için, dilbilimci arkadaşını arayarak etimolojik bir yakınlığın kaynağını sorup öğrenince emin olmuş, aslında çok büyük bir yapının parçalarıyız, zaman ne kadar sildiyse veya değiştirdiyse de yeterli ipuçları var bu yapıyı anlayabilmek için. Buzullar mesela, Tibet’in tepelerinde, o sıradağlarda kocaman buzullar var, kısmen erimeleriyle üç ülkenin su ihtiyacı karşılanıyor. Oldu da tamamı eridi, Dalai Lama’nın bahsettiği şey videoda, geçici bir refah yaşanabilir tabii, sonrasında su savaşları bekliyor bizi. Magnason’un sorunları somutlaştırması iyi, su savaşlarının ortaya çıkacağı hep söylenir ama jeopolitik durumlardan pek bahsedilmez genelde, Çin-Pakistan-Hindistan üçgeninin dünyayı havaya uçurabilme tehlikesini Magnason sayesinde anladım. Sınırda zaman zaman çatışmalar yaşanıyor orada, toprak meselesinin arkasına gizlenmiş çok çok daha büyük bir mesele varmış meğer: o bölgede yaşayan bir milyar insan. Şu an sert önlemler alınmadı, buzulların erimesi hızlansa da telafi edilemez bir siyasi kriz yok ama ısınmayı yavaşlatmak için dahi çok geç kaldığımız için uzun vadede patküt kaçınılmaz. Küresel çapta bir yıkımı tüm boyutlarıyla anlamak zor diye Magnason geçmişe dalıyor dedik, aileyle tanışalım: Hulda nine ve Árni dede mutlu mesut yaşlanmışlar, dünyanın geldiği hale katlanmak zorunda kalmamışlar. Björn esas dede, başlı başına vaka. Tıp eğitimi almış, Hulda’yla tanışıp bir müddet birlikte olduktan sonra İzlanda’yı dolaşıp sağlık saçmış etrafına, sonra yallah ABD’ye. Uzmanlık eğitimi sırasında Hulda evlilik hayalleri kuruyormuş, Björn’un dönüşü yaklaştıkça heyecanlanmış ama babası nafaka hesapları yapmaya başlamış çoktan, nitekim Björn döndüğü zaman Hulda’dan ayrılıp tekrar ABD’ye gitmiş ve ömrü boyunca orada yaşamış. İyi de olmuş, Hulda kendini dağlara vurunca Árni’yle tanışmış, masal gibi bir hayat gerisi. Buzulbilim Derneği’nde tanışmışlar, birlikte dağlara çıkıp araştırmalara katılmışlar ve “çok mutlu olmuşlar”, dağların tepelerindeki misafir evinin defterine not düşmüşler böyle. “Dağlarda ‘spor yapan’ ilk nesildi onlar. O sıralarda kayak ekipmanları ilkeldi. Her mevsimde kulübeye gitmek için kilometrelerce yürümek gerekiyordu. Kayakçı teleferiği yok, elektrik yok, kar arabası yok, yün kazak yok, GORE-TEX yok, insanları gidecekleri yere götürecek motorlu kızak ya da cip yok… Buna karşın o dönem kulübede vakit geçirmiş herkes, sanki mutluluğun zirvesindelermiş gibi bahsediyor o dönemden.” (s. 43) Korunacak pek bir şey yokmuş, sadece ölçüm yapmaya gidip buzulun ne kadar çöktüğünü, karın ne kadar buzullaştığını kayıt altına alıyorlarmış, koruma ve önlem amaçlı geziler çok sonra başlamış. Irmakların başıboş akmasını istemeyenler barajlar dikmiş, “popüler olmayan yerler” gelir kaynağı olarak görülmüş, o zaman bitmiş İzlanda. 190 metre yüksekliğinde bir baraj elli kilometrekarelik alanı ölü bir havzayla boğmuş, çokuluslu üreticilere ucuz enerji satmak uğruna katledilecek alanlar arka arkaya belirlenmiş. Çin’in elini atmadığı bir İzlanda varmış, o da yok artık. “Sanayi Devrimi’nin en fena sonuçlarından kaçabilmiş olan İzlanda, dünyada yirminci yüzyılda ne kadar hata yapılmışsa hepsini yirmi birinci yüzyılın başlarında yapmayı kafasına koymuştu. Tanıdığım çoğu kimse başkaca bir şey yazamıyor veya düşünemiyordu. Yoğun bir aktivizmin insanları tek tek nasıl sardığını görebiliyordunuz.” (s. 52) Darısı başımıza. Son kısım için.
İzlanda bağımsızlığını geçtiğimiz yüzyılın ortalarına doğru kazanmış bir ülke, Laxness’ten bildiğim kadarıyla bir güzel sömürülmüş, uzun süre Norveç ve Danimarka’nın insafına kalmış orta karar bir ada. Balıkçılık esas uğraş, sanayi namına pek bir şey yok, sonraları el atıyorlar buraya. “Yabanın huzuru”, “sessizliğin neşesi” yerini sayılara, ekonomik terimlere bırakıyor, ülke ihtiyaç duyduğunun üç katı fazlasını üretip satıyor, turizm ve istihdam uçuyor. Dünyada kişi başına düşen en çok araba, televizyon, uçak, trol teknesi ve alüminyum. Fotoğrafçı arkadaşı arıyor Magneson’u, sevdikleri bir yerin hafta sonuna kadar sular altında kalacağını söylüyor, Magnelson’a göre bir dostun ölüm haberini vermekten farksız. “Sanki iktidar sahipleri her olaya karşı hazırlanmış, işleri insanların hep güvensiz, hep aç, hep korkmuş hissedecekleri biçimde kurmuş ki insanlar bir vadiyi daha, bir şelaleyi daha kurban etmeye hep hazır haldeler.” (s. 53) Dünyayı geri dönülmez bir yıkımdan kurtarabilecek son nesil olduğumuz söylenmiş, bunu söyleyenler bile artık çok geç olduğunu anladıklarında şaşırmamışlardır herhalde, iklim değişikliğinin gözle görülebilir hale gelmesinin daha uzun süreceği düşünülüyordu ama böylesi bir hız her şeyi mümkün kılıyor.
Magnason üzerine düşeni yapıyor diyebiliriz. Bahsettiği şey buzullar. Bize göre ormanlar. Başkasına göre nehirler. Aslında her şey.
Cevap yaz