Flann O’Brien – Fakirlik Edebiyatı

Kelt çocuklar -metinde tek bir yerde geçiyor Keltlik, halkın tarihini unutmamak için anılması lazım, O’Brien’in tercihi “İrlandalılık”- okula başladıklarında eli sopalı öğretmenlerin kucağına düşerler, İngilizceyi doğru düzgün konuşamadıkları için kötekle imtihan olurlar, yoksullukları yüzünden laf yerler, eziyete dayanamayan esas çocuğumuz, can kardeşimiz Bonaparte O’Coonassa ikinci gün gitmeyecektir okula, ailesinin sefaletini hafifletmek için evdeki işlerle ilgilenmeye başlayacaktır. Esas metni kurcalamamamın verdiği cahil cesaretiyle İngilizce bahsine eğilmek istiyorum, karakterler İrlanda’nın kırsalında yaşayan, sonsuz bir yağmura ve açlığa hapsolmuş karakterler, İngiltere’nin acımasızlığı dışında o tarafa ilgileri yok, İngilizce bilen de yok gibi görünüyor, İngilizlerle İrlandalıların tokuştuğu bölümlerde dilin çatpatlığını gösteren bir yerelleştirme uygulanamaz mıydı diye düşünüyorum. Karadeniz ağzıyla dublaj yapılmıştı bir filmde, karakterlerin konuştukları dilin farklılığını göstermek için aşırı bir yorumdu, öyle de değil fakat bir şey lazım sanki, tarafların iletişimsizliğini gösteren nüanslar sadece konuşamama üzerinden verilince mevzu eksik kalmış. Editörün düştüğü bir not var ayrıca, kitabı İngilizce baskısından okuyanlar için önem arz eden yazım farklılıkları kitabın Türkçe baskısına dahil edilmemiş, bir ölçüde anlaşılır ama o çatışmanın bir örneğini görseydik iyi olurdu. Aç bak gerçi, aman aman bir sorun da değil. Hikâyeyi keselim: ilk baskının önsözünde metnin kurmaca editörü kurmaca bir nane sıkıştırmış, yazarın elinden aldığı metnin büyük bir kısmını makaslamış çünkü alan sıkıntısı ve uygunsuz konular. Olayların geçtiği Corkadoragha’ya özel ne varsa bırakmış, sonda da Bonaparte’ın hâlâ hayatta olduğunu söylüyor, cezasını çekmek üzere hapishanede bulunan Bonaparte açlıktan kurtulmuş en azından. İçeri tıkılmasının bir hikâyesi var, sonlarda bahsederim ama kesin bahsederim, metinde bazı olaylardan sonra bahsedeceğini söyleyen Bonaparte konulardan ya kasten bahsetmiyor ya da açlığın etkisiyle unutuyor çoğu şeyi, anlatma biçimi nasıl denk geldiyse öyle zaten, çok da yüklenmemeliyiz. Editöre yüklenmeliyiz, hangi hikâyelere kıydın acaba pis editör. “Ardımızdan gelecekler için bizim zamanlarımızın meşgaleleri ve maceralarının bir kanıtının olması doğru ve yerindedir çünkü İrlanda’da göçüp gitmişlerin arasında ne bizim gibiler ne de bizimkiyle kıyaslanabilir yaşantılar olacak.” (s. 15) Göçüp gidenler, yüzünü göklere çevirenler ama “ölenler” değil, ölüm hemen hiç geçmiyor anlatıda, en azından yaşayanlar arasındaki diyaloglarda, bir sonraki var oluşu sezdirecek eğretilemeler kullanılıyor. Metnin İngilizce çevirmeninin yazdığı önsözde özellikle değindiği şey bu, birkaç kavram üzerinden yaşamın büyük bir kısmı kapsanıyor, yokluktan. Öylesi bir yokluk ki “patates” bütün yemeklerin yerine kullanılıyor, gerçi patatesten başka yiyecek bir şey yok. Bonaparte’ın ironik mizahıyla devam edelim, yaşamının ilk altı ayını hatırlamadığını, yine de var olduğunu söyler, var olmasaymış hapiste ne işi varmış, bu var olma hissi tıpkı öteki canlılar gibi insanlara da yavaşça yerleşirmiş. Etkiyle mi yerleşir acaba, istencimizle değiştirdiğimiz şey sanırım ilk işlenen hatırayı oluşturuyor. Neyse, Michelangelo eve gelir ve minik, kel bir kafayla karşılaşıp şaşırır, Bonaparte’ın babası hayatın işleyişini net olarak kavrayamadığı için oğlunun doğumunu da tam anlayamaz ama kabul eder. Kısa bir süre sonra hapse girecektir zaten, Bonaparte’ın yirmi yedi yıllık cezasını çekmek üzere hapse yollandığı sırada oğluyla karşılaşacak, başka da görüşmeyeceklerdir. “Yaşadığı sürece sağlığından yoksun bir halde dünya tarafından yok edilip parçalanan” bir adamdır Michelangelo, onun yerine kardeşi Martin’i daha sık göreceğiz, amca olarak Bonaparte’a yol gösterecek. Evdeki nüfus kaç, anne var işte, domuz boklarını temizlemek, yün dokumak ve taramakla geçirir ömrünü, İhtiyar sürekli söylenmek ve icat çıkarmakla ünlüdür. Anneyle takışır sürekli, bir iki takışma örneği matraktır, anne her şeyi temizlerken İhtiyar biraz kül ve pislik bırakmasını söyler, Bonaparte onların arasında büyümelidir. Büyür de, yüzünü gözünü pisliğe bular, domuzlarla birlikte oyunlar oynar. “Gerçek İrlandalıların kaderi (kitapların söylediğine göre) her daim böyle olmuştur; yol boyunca doğuya ilerlerken vadinin kıyısında, küçük, kireç beyazı bir evde yaşamak da bu dünyada benim için güzel şeylerin olamayacağının doğduğumda bana sunulan kanıtıydı.” (s. 19) Ortamı The Banshees of Inisherin‘den çıkarın, tabii bayağı bir fakirleştirin karakterleri, kemanla memanla uğraşacak durumları olmasın, hayvanlarıyla birlikte uyusunlar ki soğuktan donmasınlar, çamura bir an önce alışmak için yerde yuvarlayın azıcık, tamam. Bonaparte bazen düşünür, onca hayvanla koyun koyuna yatmak kötü ve utanılacak bir şey gibi gelir, etrafına baktığı zaman başka türlü bir yaşama şahit olmadığı için her şeyi normalleştirir. Hapse girdiği zaman çakacaktır vaziyeti, belki bu yüzden yazmaya başlamıştır, kim bilir. Kendilerine ayrı ev yaptıkları zaman da dayanamamışlar, yine hayvanlarıyla birlikte yaşamaya başlamışlar zaten, İrlanda’da işler bu şekilde yürüyor.

Her bölümde Bonaparte biraz daha büyüyor, hikâyeler biraz daha çeşitleniyor. İkinci bölüm kötü kokuyla ilgili, Bonaparte çocukluğundan itibaren burnunu mahveden kokuyu hatırlıyor. Evden yükselen korkunç koku yüzünden komşular durmuyor, Amerika’ya göçüp geri gelmiyorlar bir daha, yoldan kimse geçmemeye başlıyor, anne isyan ediyor ve İhtiyar’la takışıyor bir müddet. İhtiyar’ın gönülden bağlandığı Ambrose kokuyor, Sarah’nın oğlu. Domuz. İlişki kurma biçimine dikiz, böyle küçük detaylar çok. İhtiyar’ı ikna ettiklerinde domuzu dışarı çıkarmaya çalışıyorlar ama hayvan öyle bir semirmiş ki geçemiyor kapıdan, anne hastalanıp kaçıyor evden. Martin amca ortaya çıkıp sorunu çözüyor nihayet, evden yükselen koku buharını gördüğü zaman işe el koymak gerektiğini anlıyor. Evin çatısına bir örgü, kokunun çıkacağı yer yok, Ambrose kendi kokusu yüzünden ölünce tamam. Okulu biraz daha eşelemeli, öğrenciler isimlerini bütün sülaleyi kapsayacak şekilde söyledikleri için sopa yiyorlar, öğretmen hemen uydurma isimler koyuveriyor, mesela “Jams O’Donnell”. Bu isimde pek çok çocuk var, direkt fişleniyorlar. O sıra İngiltere bir kıyak yapıyor, İrlandaca yerine İngilizce konuşanlara iki pound ateşliyor. İhtiyar hemen bir katakulliye girişiyor, evleri dolaşan görevlinin pek iyi göremediğini öğrenince domuzları bir köşeye topluyor, Bonaparte’ı da koyuyor öne, on iki çocuğun parasını cukkalıyor. Hikâye içinde hikâye: Dublin taraflarından bir beyefendi memleketi dolanarak sözlü tarihi derliyor, “gramofon denen bir alet”le kayıt yapıyor. Bu beyefendi konuk olduğu bir evde çok ilginç bir konuşma sesine denk gelir, dinlediği sarhoşların konuşmalarından bile daha anlaşılmaz bir İrlandaca -Galce, Keltçe, neyse- dikkatini çeker ve heyecanla kayıt yapmaya başlar. Aşırı heyecanlanır, mevzuyu çözmek üzere çıkıp gider ve bir komite kurup dili çözmek üzere çalışmaya başlar. Güldürdü: adamın kaydettiği konuşma aslında Bonaparte’lardan kaçan başıboş domuzun oralarda dolandığı sırada çıkardığı homurtulardan ibarettir. Sosyal ve kültürel yaşam üzerine kara mizahla dolu anlatıların yanında doğaüstü de şöyle bir görünüverir, İrlandalıların inandığı Kara Kedi nam melun varlık ortaya çıkıp Bonaparte’ı kovalar bir kezinde, dağlarda yaşamaya başlayan bir münzevinin altınlarına sulanan Bonaparte dağları taşları aşarak bir mağaraya ulaşır, ölü gibi duran adamın önünden altınları alıp gideceği sırada bir ses duyar, adamdan gelmesine imkan yok gibidir ama adamdan gelir. “Ve hangi anlatı sana zevk verebilir?” der adam, Bonaparte’ın kısa süre önce düşündüğü bir soruna cevap olarak. Bitmedi, birkaç sayfa önce okuduğumuz bir paragrafı olduğu gibi söyler, bu paragraf olmadan önceki paragrafı seneler sonra kâğıda geçirir Bonaparte, okuduğumuz odur. Hoş bir oyun. İyi bir metin. Flann O’Brien’a balıklama daldım, diğer metinleri sırada.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!