Salâh Birsel – Asansör

“Ölümsüz”: Birsel’in gitmediği yer kalmamış, “renklere deneme yüzü göstermek” için çarşılar, kırlar, patikalar raplamış yazarımız, derleyip toplayınca birkaç ressam, şair, sanatçı, renk düşkünü gelmiş ele. Bedri Rahmi’nin dediğine göre 98 çeşit yeşil varmış, ressamların dediklerinden çok daha fazla renk olsa gerek. Yakaladıklarına yanaşmış Bedri Rahmi, bazıları da var ki sevmediğinin yanında durmuyor, Henry Miller kadmiyum kırmızısını hiç sevmezmiş mesela, açığına bitermiş. Hint sarısı, kedibalı sarısı, sarı aşı boyası, Miller bunlarda. Picasso’nun beyazı meşhur, boyanmamış bir atın beyazlığı kâğıdın beyazlığından geliyormuş ama kâğıttan daha beyazmış at, Picasso düşünmüş. Çizgilerle kuşatılmış bir kâğıdın beyazı özgür bir kâğıdın beyazından nasıl daha beyaz, kontrast katıldığında belki. İzlenimciler birkaç renkle yetinseler de Cézanne -ilk zamanlarında izlenimcilerle takılsa da zengin bir palet sunar, Van Gogh kobalt mavisini sever, lal iyidir onca, Baudelaire yeşilin sarı ve mavi haricinde bütün tonlarla kolayca bağdaştığını, güneşin denize doğru inmesiyle kırmızıların saldırısına uğradığını söyler. Gün ışığı belirler bazı, Gauguin söyler: “Güller kırmızıdır, menekşeler beyaz, ışığın aklına esti mi renkler lügaz.” Yine söyler: “Doğanın renginden bir ton koyusu lazımdır, her şey dışarıda biraz daha parlaktır.” Cézanne’dan gelirmiş bu düşünce, ona göre bir kilo yeşil yarım kilo yeşilden daha yeşil. Doğa da bazen değiştiriverir renklerini, çölden gelen kum fırtınalarını bağırlayan bulutlardan kızıl damlalar düşer, 1069 kışında Anadolu’ya kıpkırmızı bir kar yağmıştır mesela, ne korkutmuştur ama. Siyah kar da yağmıştır bir ara, yanardağlar ocakta ne varsa salıverir, yeri gökten toplarız. Yakın zamanlarda İzlanda’nın bir atılımı oldu bu konuda, en doğal afetti o. Sonrası Birsel’in renkleri bitkilerde aramasıdır, hem alanda hem sözlüklerde. Begonvil diyelim: “Sıcağı rahmet bilir. Ona raslamak için alabaharda ya da yazın Bodrum’lara, Marmaris’lere, Datça’lara ya da Atlas Okyanusu’ndaki Küba adasına uzanmak gerekir.” (s. 12) Çiçeklerin, otların, ağaçların “kıpkıplı” adlarına biter Birsel, araştırır taraştırır, Şemsettin Sami’nin Kamus-u Fransevi‘sine varıp ezberler, Hikmet Birant’ın gezilerinden derler, ölümsüzleri çekip kenara koyar. Nedir, sade botaniğe vermez yüzünü, müziğe de çullanır, Charlie Mingus ve Miles Davis ölümsüzlüğün şarkılarını düttürürler. Adamın her yazısında başka bir yönü ortaya çıkıyor yahu, şimdi bile bileni yokken sen o zaman nereden buldun da dinledin Mingus falan babaeren?

“Flora’ya Ne Oldu?”: Birsel’in bütün denemeleri iyidir de bu başka bir iyilik. Flora Tristan 20 Aralık 1985 Cumartesi sabahı yok olmuş, daha doğrusu onun ortalardan silindiğini o sabah 10.30’da anlamış Birsel. Ayrı bir deneme döktürmek için bir kenara ayırmış, bir aydır kafasında dönüp duruyormuş, sonra bir bakmış ki hiçbir yerde yok. Başka yerler: iki odayla koridoru kaplayan raflarda yok, ikinci taramada yine yok, tarih kitaplarının arasında nanay. Düşün taşın, D. almıştır alsa alsa. 19 Aralık’ta çaya gelmiş, üç saat boyunca rafları gagalayıp durmuş, odur kesin. İki yıl önce Max Brod’un Kafka incelemesi de gitmiş bir ara, kim bilir daha neler neler gitmiş, yağma malına dönmüştür, bilse kayışları kopar Birsel’in. Ankara’da kaptırdıkları geliyor aklına, bir başka arkadaşı üç kitabı birden yürütmüş, sonra kendini ele vermiş. Kendi kitabımı çalmamı anlatayım, yüzüncü baskı: Bende nane Kafka’nın Dava‘sı. Arkadaşım okumayacak, biliyorum ama istedi, verdim. İki yıl mı ne geçti, ses seda yok. Sürekli de gidiyorum evine, Altıntepe’de sığınağımız gibi bir şey. İşte, rafta gördüm bir gün, nereden aldığını sordum arkadaşa, hatırlamadı. Kaşla göz, ezgiyle söz arasında alıp çantama attım gittim. Şimdi biri herhangi bir sebeple kitap istediğinde zaten okumayacağını söyleyip vermiyorum, darıltıyorum ama insanlar darılmadan huyumuzu suyumuzu öğrenmiyorlar, onlara darılmadan huylarını suylarını öğrenemiyoruz. Belki de böylesi doğrudur, bilmem. E kim bu Flora, Gauguin’in büyükannesi, bir İspanyol soylusunun gayrimeşru çocuğu. On sekiz yaşında Chazal nam biriyle evlenir, üçüncü çocuğu yapacağı sırada evden kaçar. Aline nam kızını annesi Therese’e bırakır, Aline sonraları Gauguin’i doğuracaktır. Flora ne yapar, İngiltere’ye gidip hastanelerin durumlarına bakar, işçilerle hemhal olur, Paris’e döndüğünde işçilerin durumlarıyla ilgili metinler yazmaya başlar. Geziler, mücadeleler sağlığını bozar, Flora da hiç oralı değildir, ölene kadar uğraşını sürdürür. Hikâyesinin kısa sürmesi Birsel’in kitap papazlarıyla mevzusunun bitmemesinden, tekrar D.’ye döner ve adamın kitaba düşkünlüğünü takdir eder yine de. Pataklamayacaktır da önlemini alacaktır: “Haber olsun ki, bu kez hiç yumuşamayacağım. Onu salondan başka bir yere oturtmayacak, çay da demlemeyeceğim. Hele her zamanki gibi ucuz pastanelerden kek mek -geleceğini hep telefonla bildirir- almaya da gitmeyeceğim.” (s. 24) Ey, odasını da kilitleyecektir Birsel, koridora açılan kapıya asma kilit vuracaktır, salonda dönüp dursun adam.

“Beyoğlu Yıl Sıfır”: 1940 yani, meyhane ve kahvehane çok. Yeniyetmeler en çok Saray sinemasının karşı sırasındaki Petrograd’da ya da onun az aşağısındaki Nisuaz’da takılıyorlar. Birsel bir şeyler okuyup yazmak istedi mi Moskova pastanesine gidermiş, bomboşmuş oralar. Galatasaray’daki postanenin üstünde Parizyen, Tokatlıyan var, Tünel’de Viyana kahvesi, Asmalımescit’te Tuna birahanesi. Sokak isimleri var, harita çıkarmış Birsel resmen, nereye kimlerin tünediğini de yazıyor, mesela Ekim 1942’de bir akşam Sait Faik, Şevket Rado ve Avni İnsel ilk birasını içirmişler Ziya Osman Saba’ya, vay. Çiçek Pasajı, Meşrutiyet Caddesi, bitmek bilmiyor. Sabahattin Ali’yle Sait Faik’in bir anısı: Oturuyorlar, piiz. Uçuk benizli bir kemancı gelmiş, Sait Faik ulanla çağırmış hemen, gıydırmış. Keyiflenmiş, daha da gıydırmış, cümbüş bittiği zaman trençkotunun cebine eline atıp ne çıkardıysa hepsini kemancıya vermiş. Neyzen Tevfik’in sesini kaybettiği zamanlarda üç kez tükürdüğü kanarya var, acayip. Şunu da almalıyım, matrak: “Fikret Adil gerçekte sanat için, sanatçılar için yaşam helvaları pişirmeyi pek sever. Bu yüzden PEN Kulübün Türkiye kolunu açmış, genel yazmanlığa da kendini atamıştır. İlk üyeler arasında Macit Gökberk, Vahit Turhan gibi gemi aslanı profesörler, Salâh Birsel gibi yüz okka çeken yazarlar da vardır. Ne ki Salâh Birsel’in üyeliği, Beyoğlu’nun 33. yılında, Kulübe alınan yeni üyelerin ve de eski dostların desteğiyle çıt çıkarılmadan kayıttan düşülmüştür.” (s. 49) Numarayı anlatmaz Birsel, neden çıkarıldığını öğrenemeyiz, başka bir yazısında değindiyse öğrenebiliriz, zaten okuduğumuz ama hatırlayamadığımız bir yazısında değindiyse geçmiş olsun. Böyle meclislerde şiirin neliğiyle alakalı malumat fişekler yeniyetmelere, Birsel öğretmeye pek meyillidir, zaten şiirin ilkelerini anlattığı kitabı da yeni çıkmıştır, pişirip pişirip tıkar kulaklara.

“Biri Birer Kuruşa”: Sokağın sesleri, pek kalmayandan. Ahmet Rasim’in ökçe seslerinden çıkardıkları arasında eve yetişmeye çalışanların pat patları, monbeylerin ağır, yapça yapça adımları, dengesi bozukların tırıllığı var, tam bir ses çevirisi onun yaptığı. Halide Edip cuma akşamları evlerinin önünden geçen dilencinin dinsel ağırlıklı sesini hatırlar, Birsel çocukluğundan gazetecilerin çığırışını bilir, Karşıyaka’ya İstanbul’dan Bandırma yoluyla gelen gazeteler sanki seslerle dağılır şehre. Oktay Rifat’ın şiiri vardır, Uludağ’daki sokak satıcılarıyla ilgili küfeler, üzümler taşar dizelerden. Ha, mahallenin kızlarının elini belini tutmaya çalışırmış bazıları, hemen şutlanırlarmış. Ali abi buldozer gibi ezip geçer valla, şimdi aklıma geldi de şu.

İçim açılıyor ya, canım sıkkınsa patlatıyorum bir Birsel, kıyak.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!