Refik Erduran – Jetonlar Düştükçe

Saatli maarif takvimine bağlıyorlar bir zamandan sonra. Çocuklara koymalık isimler üzerinden toplum eleştirisi, akşam yemeğindeki malzemelerden başka bir şey, özlü sözlerden bilmem ne, kalem oynatmak için yazılmış metinler. Erduran’ın takvimlikten çıktığı yazıları da var, az. Erduran ilginç bir karakter, doğru yerde ve doğru zamanda olmanın getirisiyle yürümüş biraz. Yeteneğine diyecek yok, tiyatroya yenilik getirmiştir, ayrı. Robert Kolej, ardından Cornell, Nâzım Hikmet’i SSCB’ye kaçırması -gerçi tartışmalı bu, konuyla ilgili bir dünya yazı var internette- ve yayıncılık serüveni. Dolu dolu bir yaşam, dibine kadar entelektüel tatmin, sonra kadın düşmanlığı, AKP’ye görece yanlılık, tepetaklak. Gençliğinde faşist damarı varmış, DP kurulduğu zaman hunharca savunmuş partiyi, yelken yarışlarından sonra Marmara Yat Kulübü’nde Hasan Âli Yücel’i defalarca darlamış da büyüklük göstermiş Yücel, terslememiş. Kimin nereden çıkacağı da belli olmuyor Erduran’ın yazılarında, yelkenlisinin flokçusu Aydın Arıt’mış mesela, birlikte yarışıyorlar ama kaybedince Arıt’ı haşlıyor Erduran. Üç beş kişi bilse yine iyi Arıt’ı, Robert Kolej’i bitirmeden Amerika’ya, oradan Afrika’ya giden yazar geçici körlüğü geçsin diye kaç yıl tedavi görüyor, sonra arkadaşı Erduran gibi oyunlar yazıyor, üstüne üç roman. Gemi‘sini okumuştum ben, edebiyatımızda benzeri azdır, Zeyyat Selimoğlu’nun deniz öyküleri belki. Çok bombastik figürler var bizde de podyumluk, reklamlık işleri yok, bilinmiyorlar bu yüzden. Yaman Koray, Güner Ener, bir dünya. Erduran diyorduk, satır aralarından gizli öfke akıyor, mesela kadınlar feminizmden o kadar rahatsızmış ki Amerika’da, artık evlerinde çocuk bakmayı istiyorlarmış ama feministler izin vermiyorlarmış? Özel hayatında da ne kadar çalkantılı olursa olsun o yandan gelecek eleştirilere kapalı olduğunu söylüyor Erduran, başkalarından daha “suçlu” olduğuna inanmıyormuş ki bir şeyi başka bir şeyle kıyaslamamak gerektiğini, safsatalardan uzak durmanın erdemini uzun uzun anlattığı yazılar var, matrak. Açık açık yazmıyor da mevzu şu galiba, eşine veya partnerine açıklama yapıyormuş, cinsel sadakat beklememelilermiş kendisinden de kadınlar aynı şekilde cinsel özgürlüğe sahip olmak istediklerinde Erduran arıza çıkarıyor sanırım, kendisi özgürlük istiyor diye şak, karşılık olarak talep ediliyormuş aynı özgürlük. Herkesin özgürce sevişmesini mi istemiyor, kendisi bumçikibumlarken eşinin aynı eylemde bulunmasına mı mani olmak istiyor, tam ne diyor belli değil ama kötü kokular geliyor söylenmeyenler üzerinden. Doğrudan söylediği de şu, kadınları gözlemlemiş Erduran, iki tür kadın çoğunluktaymış: gerektiği zaman sesini çıkaramayanlar ve okumuş kesimden söz sünnetçiliği yapanlar, erkeklerin cümlelerini tamamlatmayanlar yani. Oysa basitmiş mevzu, memeli hayvanlarda erkeğin biyolojik çıkarıyla dişininki ayrıymış, ona göre bir eşitlik anlayışı olmalıymış. Bu direkt çöpe. İlkel erkekler kadınları sömürüp aşağılıyormuş ama kadınlar da ellerindeki silahı kullanmıyorlarmış: aranan, istenen, peşinde koşulan olmak. Bu da çöpe, aslında Erduran’ın konuyla ilgili söylediklerini doğrudan görmezden gelmek lazım, geliyorum, en okunası yazılarından Erduran’ın anılarını çekiyorum.

Yıllar önce Ankara’da toplanan bir Millî Kültür Şurası’nın kürsüsünde Aziz Nesin konuşuyor, emniyet bürokrasisinden çektiklerine değinirken önceki gün yaşadığı olayı anlatıyor. Oteldeki odasına kâğıt bırakmışlar, Refik Erduran’la birlikte aranıyormuş Aziz Nesin, en kısa sürede emniyet müdürlüğüne gitmesi gerekiyormuş. Gitmemiş, Erduran’a mevzuyu öğrenmesini rica etmiş de unutmuş Erduran. Sonra İstanbul’daki evinin kapısının altından bir kâğıt atmışlar, en kısa sürede Etiler Karakolu’na gelmesi. Hemen gitmiş Erduran, ilgili polise durumu anlatmış da polisin hiçbir şeyden haberi yok, Aziz Nesin’in de arandığını duyunca iyice şaşırıyor, Aziz Nesin kim? Dosyalar karıştırılıyor, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın bilmem kaç sayılı yazısına dayanarak yollamışlar kâğıtları. Hemen Sultanahmet’e, adliyeye. Toplum Suçları Bürosu’nda yarım saat bekliyor Erduran, yazının İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bilmem kaç sayılı yazısının ne işse İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na gönderildiğini öğreniyor. Beyoğlu’na gidiyor bu kez, ilgili binada ilgili yazının bulunmasını beklerken öğreniyor ki ilgili yazı ne ilgili binada ne ilgisiz herhangi bir binada mevcut, “bilgi verilememiştir” nevinden bir yazıyla gönderiyorlar Erduran’ı da adam başına gelecekleri biliyor, bu yüzden işin arkasını bırakmıyor, hani bir gün yurt dışına çıkmaya çalışsa çıkarmazlar, alır başına belayı. Eski eşi Leyla Umar’la yaşamışlar bunu, mevzuyu çözmek için gittikleri yerde dosyaları aramış taramış memur, ilgili yazıyı bulup okumuş ama pek bir şey anlayamamış olacak, doğrudan sormuş: “Siz komünist misiniz?” Bizimkiler gülmüşler, komünist olmadıklarını söyleseler memurun inanıp inanmayacağını sormuşlar. Bürokratik cehennemden manzaralar.

Yine yıllar önce Erduran’ın oyunlarından biri Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü tarafından “konuşmaların lüzumundan çok fazla adileştiği ve didaktik bulunduğu” gerekçesiyle reddedilmiş ama oyun bomba bir oyunmuş, zaten Erduran’ın değil de Nâzım Hikmet’in oyunuymuş, söz konusu dönemde Hikmet “yasaklı” olduğu için genç arkadaşının adıyla göndermiş kurula. Erduran “kümese yeni horozlar gelmesin” mantığıyla reddedildiğini söylüyor oyunun, yaşlanıp da kendisi o kurula girdiğinde gençlerin önünü açmaya çalışmış. “Oysa daha insanca davranılsaydı sonuçlar ne farklı olabilirdi! Nâzım Hikmet Türkiye’de birçok başka oyun yazardı. Ben de bir aracılık girişimimin olumlu sonucunu görünce yirmi yaşlarımın coşkusuyla tiyatromuza daha gönülden bağlanır, daha severek ve daha erken başlayarak hizmet ederdim.” (s. 136) Bir sonraki yazıda Vera’dan dinlediği bir anıya yer veriyor Erduran, başlangıçta SSCB’nin çöküşünün Laz İsmail gibi fırsatçılar yüzünden hızlandığını söylüyor da altlık yapıyor anıya. SSCB’nin Çin ile arasının çok açık olduğu dönemde Kahire’de Asya-Afrika Yazarlar Birliği Kongresi yapılacakmış, Sovyet hükümeti hemen Hikmet’e başvurmuş, Çin heyetinin her şeyi çarpıtmasını önlemek için hemen yola çıkmasını istemişler. Hikmet kabul ediyor da ülkede kambiyo yasakları var, döviz az, kuş kadar bir parayla gitmek zorunda. Otele yerleşiyorlar, şair bakıyor ki elindeki parayla bir gece kalabilirler, sonrası yaş. Konaklama masraflarını neden davetlilerden kesiyorlar, uygulama mı öyle bilmem, durum bu. Sovyet Elçiliği’ne telefon ediyor Hikmet, onlarda da döviz yok ama bir çaresine bakacaklar. Bunu söyleyen Yevgeni Primakov, dünya çapında önemli bir bürokrat Erduran’ın yazıyı yazdığı sırada. Primakov bizimkileri karanlık bir yere götürüyor, zaten elektrikler kesik, uyurken böcekler ısırıyor Hikmet’le Vera’yı. Ertesi sabah Hikmet kalkıp camdan bir bakıyor, gülmeye başlıyor çünkü bitişik binanın damından bir sürü yarı çıplak kadın el ediyorlar. Kahire’nin genelev sokağındaki bir otele getirmiş bizimkileri Primakov dangalağı, süper olay. Kalabalık bir gazeteci grubu aşağıda röportaj için bekliyorlarmış da Hikmet hem kendisini hem SSCB’yi rezil etmek istemediği için büyükelçiye telefon ediyor, hemen Moskova’ya döneceğini söylüyor. Araç beklerken Abdülnasır’ın yaveri gelmiş kapıya, VIP statüsünde ağırlanmış bizimkiler. Elçilikleri de dinliyormuş Mısır’ın gizli servisi mi neyse artık. “Moskova’daki Nâzım düşmanı entrikacının gazına gelip bir kongrede ülkelerinin temsil edilme olayını bile böylesine yüze göze bulaştıran bir bürokrasinin sonuna şaşılır mı?” (s. 139)

Erduran’ın değindiği güncel mevzular arasında ineğine tecavüz edildiği için namusunu temizlemek üzere faili bıçakla delik deşik adam var, eşi erkekliğini sorguladı diye bıçağı çekip önüne gelene sallayan adam var, ülkedeki yirmi milyon psikopat var, şamataya gelecek ne varsa var yani. Okumayan pek bir şey kaçırmaz, okunası bölümleri yazdım zaten.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!