Cengiz Bektaş – Kentli Olmak ya da Olmamak

Bektaş’ın siyasi yazılarını kenara koyuyorum, merkeziyetçiliğin il idareleriyle güçlenmesini eleştirdiği yazı dışında dişe dokunur bir şey yok pek, gündemin yüzeysel eleştirilerinden ziyade mimariyle, kamusal alanla, arkeolojiyle ilgili yazılarını öne çıkaracağım. Eğitimle ilgili meselelere de bakacağım, hâlâ güncel. “Suya Çizmek”te yazdığı üzere “su belleği”ne önem verir Bektaş, bir kitabını sırf suyun devinimine ayırmış, mimariyle suyu birleştirme biçimlerini incelemiştir, bu yazısındaysa “suya çizmek” üzerinde duruyor. Ne ola, insanın inandıklarını, bildiklerini yanlış da olsa yineleyip durması, bilgi birikimini güncellememesi, üstelik yeni nesilleri de eskitmesi. Küçük bir çocuğa meclisin ne olduğunu sorduklarında “kavga edilen yer” cevabını vermiş çocuk, demokrasi partilerin iç yapısında dahi işlemiyorsa öyle olurmuş, çocuklar tartışmanın ne olduğunu bilmediklerinden, bir de testlere mahkum edildiğinden normalmiş o çocuğun cevabı. Bir de mimarlık bölümüne puanı oraya yettiği için gelenler var, puanın yetmesi hâlâ belirleyici. Okullara meslek erbapları gidip işlerini güçlerini anlatırlarsa gençler daha sağlıklı kararlar verebilirlermiş de sorunun küçük bir kısmı bu bilgisizlik, öğrenci seçme sisteminin şöyle iyice bir yıkanıp kurutulması gerekiyor. Öğrenciler mimarlıktan mı yoksa iç mimarlıktan mı sağlam para kaldırıldığını sormuşlar Bektaş’a, ayrı arıza. Mesela bizim çocukların büyük kısmı borsaya girmiş, telefonları topluyoruz da en az iki telefonla geliyorlar okula, önünü alamıyoruz. Üniversitenin zaman kaybı olduğunu düşünüyorlar, yine de hobi olarak okumalarını söylüyoruz, anlatıyoruz, daha da ne yapacağımızı bilemiyoruz çünkü coin kovalayıp zengin olanı, okulu bırakanı da var, stajyer maaşlarını direkt buralara yatırıp batıyorlar veya çıkıyorlar. Devir böyle, “Pertev Naili Boratav”a geçeyim, Bektaş halk biliminin ne olduğunu Boratav’dan, hocanın öğrencisi İlhan Başgöz’den öğrenmiş, öğrendikleriyle Halk Yapı Sanatı adını verdiği yolda çalışmalarını sürdürmüş. “Halkın kendi olanaklarıyla, her koşulda, yarattıkları (ister kilim, ister desti, ister oyuncak, ister türkü, ister mimarlık ürünü vb.) her şeyden önce, insana, yalnızca insan kimliğiyle bakmayı, hiçbir alt kimliğe takılıp kalmamayı öğretiyordu.” (s. 13) Acayip imrendim, hocalarımdan hiçbir halt öğrenmediğim için -öğrenecek pek bir şey de bulamadım ya, neyse- Boratav’ın dersine girmek istedim de baskılar, tehditler yüzünden ülkeden kaçmak zorunda kalan hocayı nereden bulacağız, araştırmadım da terekesi getirilmiş olsa keşke.

“Mermerin Adı Anadolu”da binlerce yıllık mermer işleme geleneğinden bahsediyor Bektaş, İzmir’de mermerle ilgili bir yarışmada seçiciler kurulu üyeliği yaparken Ege Üniversitesi’ne bağlı bir kurumda antik kentlerin yapımında kullanılan mermer hakkında iyice malumat edinmiş, oralardan çıkarılan mermerin yüz çeşidi varken konuyla ilgili nam yapmış Bologna’da altmışın az üzerinde çeşit varmış ama seramik pazarında üçüncüymüşüz, neyse ki mermerciler gerekli çalışmaları yürütüyorlarmış. Bir de bürokratik cehennem var, Prof. Dr. Faruk Çalapkulu bir etkinlik sonrasında Efes’teki katrağı (mermer kesim atölyesi) göstermek istemiş Bektaş’a, gitmişler ama ören yerinin görevlisi kapıyı açmamış, bir devlet kurumundan izin alınmış da bu kez içeri girmişler ama katrağı yine yasak olduğu gerekçesiyle başta görememişler, üniversite devreye girince izin çıkmış, bu kez de barakanın kapısını açmamış. Aralık varmış, oradan üstleri başları toza batarak girmişler. “Bu nasıl iş? Bu nasıl kültür? Kapıları kendi yurttaşına, araştırmacısına, öğretim görevlisine kapalı… Ben eskiyi bilmeden çağdaşı nasıl üreteceğim? Bunun yalnız mermerde böyle olmadığını bilin… Kendini bilmeyen başkasını bilemez…” (s. 17) İki bin yıl önceki tekniği kullanmayı unutmuşuz ama ustalar yetişiyormuş nihayet, kâğıt keser gibi kesebiliyormuşuz artık mermeri, tabii teknoloji ilerlediği için şimdi vıjt vıjt işliyoruzdur da o zamanlar meseleymiş bu. Başka bir mesele de günümüzün “Türk” ve “Türkiyeli” klişesi. Kıbrıs evlerinden bahsetmiş bir toplantıda Bektaş, neden Türk evi ya da Türkiye evi demediğini anlatarak başlamış konuşmasına, tarihsel, sosyolojik, mimari açıdan ele almış konuyu. “Kıbrıs coğrafyası, iklimi varsa; Kıbrıs faunası, florası varsa; peyniri, yemeği, içkisi, düğünü, derneğiyle bir Kıbrıs yaşama kültürü varsa, Kıbrıslı varsa, neden Kıbrıs evi olmasın ki?” (s. 21) Ulus işlerinden uzak duruyor Bektaş, dil, din falan ayrıştırıcı olmamalı, insana eğiliyor doğrudan. Gerçi ayırdığı bir şey var, büyük şehirlerden adını bilmediğimiz köye gelenler. Bu köyün meydanında ağaç, havuz, çeşme, çayhane var, köylüler orada toplanıyorlar, meydanına etrafındaki yol tek yönlü, yolu da dükkânlar çevrelemiş. Şehirden köyü görmek için gelenler arabalarını yol kenarına park ettikleri gibi kilitliyorlar akışı, ne insan geçebiliyor ne araç, oysa yanda otopark var. Bektaş ağır konuşuyor, şu en küçük iğnelerinden biri: “Genellikle İstanbul plakalıdırlar. Gençliğimde İstanbul plakası saygı uyandırırdı, şimdilerde görmemişliğin, densizliğin, utanmazlığın simgesi gibi…” (s. 23) Boratav’ın terekesine dair ayrıca bir yazı varmış, şimdi gördüm, elli bin sayfalık mirasın nasıl değerlendirileceğini düşünüyor Bektaş da kaygılanıyor. TTV kolları sıvayıp Boratav’ın arşivini değerlendirecekmiş de büyük sorun bu, insanların yıllar yılı biriktirdikleri kitapları, belgeleri üniversiteler ve belediyeler iyi değerlendiremiyor, kutularda çürümeye bırakıyor. Nahid Sırrı Örik’in metinlerinin başına gelen de bu değil mi, en son Marmara Üniversitesi’ndeydi sanıyorum, Şehir Üniversitesi’nden geçmişti de ulaşamıyordu araştırmacılar, böyle bir şeyler hatırlıyorum. Şurada var, evet. Bulgaristan’a kiloyla satılan Osmanlı belgelerinden bahsediyor Bektaş, bir arkadaşının Ege’de şirin bir ev tutup bütün arşivini oraya taşımayı düşündüğünü söylüyor, iyi kötü çözümdür. Doğru düzgün bir arşiv var mı bilmiyorum, en son su basmıştı Osmanlı arşivini, gerçi Emrah Safa Gürkan işlerin biraz daha sıkı tutulmaya başlandığını söylemişti sanki. Bilemedim.

“Sokağınızın Adı…” kanayan yaraya kafa atıyor, ben de Bektaş’ın fikirlerine katılıyorum. Oturduğum sokağın adı doğdum doğalı “Neşe”yken bir gecede “Neşeci”ye çevrildi. “Neşeci” nedir gözlerinden öptüklerim ya, ne gerek. Bektaş’ın bahsettiği mevzu daha matrak, insan önce bir sinirleniyor, sonra gülüyor. Oturduğu sokağın adını değiştirmeye kalkmışlar, ünlü dizinin şerefine “Perihan Abla” yapacaklarmış da orada oturanların hemen hepsi bu değişime karşı olduklarını yazılı biçimde bildirmişler, o sokağın değil de yandaki sokağın adı değiştirilmiş. Kuzguncuk’ta kriz anları. “Ta Luvilerden gelir örneğin özbeöz Türkçe sandığımız pek çok ad!.. Grekçeden gelenler bile onların yanında dünkü çocuktur. Bunları değiştirmeğe kalkmak, kültürsüzlüğü, köksüzlüğü bir de bağnazlığı gösterir ancak…” (s. 35) Tabelanın değiştirilmesi küçük iş, köyün kaynaklarının, doğanın piç edilmesi bambaşka bir şey. Ne berbat bir devlet bu yahu, Bektaş’ın 1998’de yazdığı yazıya göre bugünkü durumdan hiçbir fark yok o zamanın, köylüler yine göçe zorlanıyorlar, doğa kirletiliyor, şirketler gelip bok ediyorlar toprağı. Şehirde işler nasıl, Bektaş defalarca kavga etmiş şantiye şefleriyle ki paslı demir kullanmasınlar. Yazının başında uzun uzun anlatıyor önce ahşap çatkı (karkas) nedir, betonarme nedir, demirle betonun dış etkenlere mukavemeti nasıldır, sonra karşılaştığı örneklere geçiyor. Yağmur yağar, demirlerin üzerini naylonla örtmelerini söyler işçilere, kimse sallamaz. Mühendisler he he deyip geçiştirirler, bir de arkadan gülerler. “Evet, dediğim gibi kavgasız patırtısız şantiyem olmadı benim… Ben hep zorluk çıkartan adam oldum. Bana hep ‘Burası Almanya değil!’ dediler. (Öğrenimimi ve ilk çalışmalarımı orada yapıp geldim ya…)” (s. 49)

Bektaş’ın mimarlığı malum, denemeleri okunası.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!