Anar – Sıraselviler’de Bir Otel Odası

Necip Fazıl’ın otel odalarıyla ilgili şu acıklı şiirinden iki dize epigraf eylenmiş, otel odalarında sessizce can verenlere ağlamamız gerektiğinin söylendiği dizeler hani. Kitabın adı da belli, o zaman birileri otel odalarında ölecek ve ağlamayacağız çünkü ne belli, ben en son lisede Goriot Baba’nın ölümünde ağlamıştım, David Grossman’ın her sıkıntılı anda amuda kalkan karakteri de gözlerimi doldurmuştu, şu sahnede hikâye anlatan hani, bir atın bara girdiği fıkrayı anlatan. Gospodinov da nemlendirdi biraz, dedesinin savaştan sonra geride bıraktığı kadını bulmaya giden anlatıcı derinden yakalamıştı bir şeyi. Birileri bir şeyleri yakalıyor da Anar niye yakalayamıyor, gözümüze odun soktuğundan. Ölecek kişi herhalde Kerim Esgeroğlu’dur, anlatının hemen başında karşılaştığımız, otobüs yolculuğunda ağır ağır uyanarak etrafı adım adım gösteren. Fade in iyi, metnin tek iyi yanı. Kerim elini kalbine götürdüğü zaman anlıyoruz ki otel odalarında ölecek olan Kerim’dir ama ne belli, yolculukta karşılaşacağı insanlardan biri de ölebilir, belki bir şeyler olur da hikâye yolundan çıkar? Çıkmaz, azıcık okuduktan sonra görürüz ki biri ölecekse o Kerim’dir, Kerim tam ölmelik karakterdir, o kadar zavallı bir yaşamı vardır ki ölmeye gitmektedir, ölmezse ayıp edecektir. Tabii önce cennet vatanımızı bir güzel övecek, denk geldiği çarpıklıklara tek kelime etmeyecektir. Mesela iş sözü veren Behice’nin akademik dalaveresini hiç açmaz, şahsi çöküntüsünü allar. Kendisine reva görülen leş odaya nimet muamelesi yapar, bir iki eleştirir de kafayı yastığa koydu mu gerisi umurunda olmaz. Hunharca övecektir ama, otobüs mola verdiği zaman tesisin tuvaletine ve lokantasına destan yazar, çöküp giden Sovyet dönemindeki leş şoförlerden, pis otobüslerden ve sineğin eksik olmadığı keneflerden dert yanar. Binlerce araç yanaşır da kirin zerresi bulunmaz, vay. “Peki, neden tek bir tane bile sinek yok? Hiç aç it yok? Her taraf ayna gibi pırıl pırıl parlıyor? Bizim de kim bilir ne zaman, böyle rahat koltuklarıyla, kuş tüyü minder gibi yumuşak amortisörüyle insanı güven içinde taşıyan otobüslerimiz, böyle düzgün yollarımız, yol boyunca böyle tertemiz ve özenli lokantalarımız olacak?” (s. 11) Anlatıcı, Kerem üzerinden öyle bir manzara çiziyor ki şöyle bir etrafıma bakıyorum şaşkınlıkla, mevzu 1993’te geçtiği için o zamanları da hatırlıyorum, açıkçası parayı bastıranın temizlikten bahsedebileceği şeylere gıptayla bakmayı anlıyorum da Kerem’in parasızlık yüzünden çektiklerini sırf çürük bir rejime yaslamasını anlamıyorum. Ankara’ya bir konferans için gelmiştir Kerem, dostu Sedyar’ın cebinden çıkardığı avuç avuç paraya bakmamıştır bile, cebindeki üç kuruşla Varan’dan bilet alır ve başka bir konferansta tanıştığı Behice’nin ayaküstü davetine güvenir. Cebindeki üç kuruş para düzgün bir yemek yemesine, vasat bir otelde kalmasına yetmeyecektir, bunun cezasını direkt Sovyetler’e keserek işin içinden çıkar. Yekten sıyrılmakla kolaya kaçar Kerem, sonraları yakın arkadaşları gibi öğrencilere sınav sorularını satmayı ciddi ciddi düşünecek, yoksulluktan kurtulup kızına çeyiz düzmek için para kazanmanın yasa dışı yollarını benimsemeye başlayacaktır, neden o durumda olduğunun esas sebebiniyse aklının ucundan dahi geçirmeyecektir. Gelmiştir işte, babasının anlata anlata bitiremediği İstanbul’un göz alıcı sokaklarını dolanır, Beyoğlu’nda gezer, düşler âleminde fink atar. Üniversiteye gidip Behice’yi gördüğünde coşkuludur, bir iki dakika sonra bütün umutları çöktüğü zaman hayatını kendi eliyle sonlandıracaktır adeta, kalbinin düzenli olarak gönderdiği uyarıları hiç umursamayıp şehri dolaşmaya çıkacak, vapura atlayıp Kadıköy’e geçtikten sonra sarı dolmuşla Taksim’e dönecek ve dandik odasına doğru yürümeye başlayacaktır, yani ölmek için elinden geleni yapacaktır. Fenalaştığında hastaneye nasıl yatacağını düşünür, Sedyar’a nasıl haber uçuracak, hastane masraflarını kim verecektir. Ya, Kerim Beg, hastane masraflarını kim verecektir. Saçma sapan çıkışmak istemiyorum da hastanelerin tuvaletleri de süper, temizlikten adım atılacak yer yok. Bu arada annemin çalıştığı Kartal Devlet Hastanesi’nin tuvaletlerini hatırlıyorum, birini bayıltmak için yanınızda eter yoksa oralara sokmanız yeterliydi. Yakın zamanda gittim, yeni binalar yapmışlar, tuvaletler müthiş. İğneye dünya para istiyorlar ama sorun yok, tuvalet tolere ediyor. Neyse. Anlatıcıya göre Kerim’in geri dönmemesi daha iyi, böylece kendisini beceriksizlikle suçlayan eşini, mutsuz kızını ve mahvolmuş ülkesini görmeyecek bir daha. Hocalı başta olmak üzere memleketin acı çekilmeyen yeri kalmamış, Kerem anılarında yaşattığı insanların çoğunu katliamlarda kaybetmiş, huzur bulması için ölmesi gerekiyordu gerçekten. Yolda karşılaştığı tiplerin söyledikleri necip milletimize daha sıkı sarılmamıza yol açacak cinsten, yan koltukta oturan adam Kerim’e Ermenileri neden tepelemediklerini, savaşı canla başla sürdürmediklerini soruyor. Gerçekten neden kimsenin aklına gelmedi bu, hayret. Bir başkası, gençten bir çocuk Azeri kardeşlerine yardım etmek için cepheye nasıl gideceğini soruyor, Kerim konuyla ilgili bilgi veremiyor çünkü o ne bilsin, bir iki yemek tırtıklayıp yola devam etme niyetinde, sessiz bir adam. Mescide giden yolcuları görünce Sovyet yaşam biçiminin inançları da mahvettiğini söyleyecek, hiçbir şeye inanmayan nesillerin ülkesine büyük zararlar verdiğini düşünecek. Açıkçası fenalıklar getirdi bazı bölümler, övgüde topuz hayli kayık. Hikâyenin uzamaması tek teselli, kapakta uzun öykü olduğu yazıyor da öykülük bir durum yok, bu metin bir novella.

Kerim’in anlatılan zamanı her bakımdan can sıkıcı da geçmişinde çekici bir şeyler var, mesela buluşları iyi kurgulamış Anar. Kerim de babası gibi edebiyatla ilgileniyor, dille daha doğrusu. 2000 yıllık bir taşın üzerindeki yazıları çözdüğü zaman Dede Korkut’un antik bir metnin parçası olduğunu ortaya çıkarıyor, bu buluşuyla bilim dünyasına bomba gibi düşeceğini ve iyi bir yaşam sürmeye başlayacağını düşünüyor ama öyle olmuyor, sıradan araştırmalar yürüten insanların daha çok ses getirdiklerini görüyor. E bu mekanizmayı çözemiyor mu, çözecek kadar akıllı ama ideolojik körlük yüzünden dünyanın çarklarını göremiyor. Misal, eskiden Türkçeyle ilgili araştırmaları yerin dibine sokan akademik bir kuklanın dağıttığı ailelerin arasında Kerim’inki de var, Kerim’in babası bu kukla yüzünden işkenceden geçiriliyor ve eve yarı ölü olarak dönüyor. E, rüzgâr başka yerden esmeye başlayınca Türkçülerin önünde bayrak sallamaya başlayan kuklanın geçmişini hatırlayan elbet var, Kerim’e mitinglerde söz almadı diye surat yapan politize bireyler bu çarpıklığa neden ses çıkarmıyorlar bilmem, hikâye tutarsızlıklarla dolu. Savaş zamanları tam bir dram, dehşet tüm gerçekliğiyle çöküyor anlatıya: Kerim çocukluğunda sık sık gittiği köyünü, akrabalarını hatırlar, tepelerinde yürüdüğü toprakların Ermenilere geçmesiyle anılarına daha bir sıkı sarılır. Olumsuz yanları da vardır bunun, bir tanıdığının kıl payı kurtulduğu katliamın aldığı canların hikâyelerini hatırlar. Bir kadın küçük çocuğunu aramaktadır, zar zor kaçabilmiştir, ormanda aç ve susuz dolanırken soğuktan donmuş çocuğuna rastlar. Parmakları dikenlerle doludur, her birini teker teker çıkarmıştır. Anlatı zaten ölüm ve umutsuzluk temellerine oturtulduğu için ağır gelmez bu bölümler, Kerim’in dünyaları taşımasını yadırgamayız. Kapitalizme dair tek bir fikrinin olmamasını yadırgarız çünkü kasten açtığı alanı tek bir açıdan gördüğüyle doldurur, belki parasını çarçur etmesini de yadırgarız çünkü parası yoksa Varan’dan niye alıyor bileti. Yılmaz’ın şu sözlerini hatırlatıp bitiriyorum mevzuyu, Kerim için söylense cuk oturur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!