Canavarlar bilindiği gibi dağda tepede, bayırda tarlada yaşayan, evlere de sıklıkla musallat olan, böyle tövbe estağfurullah mahluklardır. İyi ve hoş olmaları beklenir ki durduk yere arıza çıkarmasınlar, tat kaçırmasınlar. İşte, filmlerde görüyoruz, evlerin girişlerine zerzevat asılıyor, kapıların önüne tuzdan çizgi çekiliyor, bunlar hep içeri girmesinler diye. Girdikleri zaman da ortalığı şöyle bir toparlamak, viledalamak falan gerekiyor ki misafirler evimizin ne kadar pis olduğunu sağda solda anlatıp bu varlıklara davetiye çıkarmasınlar. Tabii eskiden ev mev bilmediğimiz zamanlardan beri var bu yaratıklar, nehir kenarlarında yaşayanı var, mağaralarda yaşayanı var, doğanın bir parçası olan mitolojik varlıklar. Ahmet Burak Turan birtakım kaynakları tarayarak ortaya hoş bir sözlük çıkarmış, çeşit çeşit canavardan bahsediyor. Heybeliada’da yaşayan “Gelin” ilgimi çekti benim, burnumuzun dibinde bir öcü yaşıyormuş. Gerçi Ayrılıkçeşme’de de bir kadının dolanıp durduğu söyleniyor, gece vakti bembeyaz kıyafetleriyle Osmanlı mezarlarının civarında görülüyormuş. Marmaray’la oradan geçerken bir bakacağım. Bu varlıkların teknolojik aletleri pek sevmedikleri malum, filmlerde ne zaman şamata yapsalar görüntü karıncalanıyor, ses gidip geliyor falan, parazit yapabiliyorlar bir güzel. Yapmayanı yok herhalde, belki evrim geçirerek savunma mekanizması geliştirmişlerdir, bilemiyorum. Sonuçta yeni aldığınız kamerayla umacı peşinde koşmayın, murdar ediyorlar aletleri. Bu adadaki hayaletin gelin olması ilginç, aslında bütün öcülerin ya kadın ya da insan benzeri amorf varlıklar olmaları feminist okumalara çok açık. Balkan ülkelerinden Çin’in en doğusuna kadar geniş bir coğrafyanın bütün kaynaklarında -anladığım kadarıyla- dişi olan öcüler -ki çoğu dişi- evlenmemiş, dul vs. kadınlardan türüyor, ailelerin çocuklarına musallat oluyor. Bu durumda iki seçenek var, ya hiç evlenilmeyecek ki cadı yerine konmanıza yol açar bu, ya da aile bağlarını güçlendirip çoluğunuza çocuğunuza sahip çıkacak, evlenmeyen ve çocuk yapmayan kadınların öcü hallerinden duyduğunuz dehşeti ona buna anlatarak aile kurumunu/batağını kuvvetlendireceksiniz. Bu arada bu cadı yargılamaları sırasında yapılan uygulamanın aynısını Türkler de yapıyor, şimdi canavarın adını hatırlamıyorum, bir tanesinde canavar olduğu sanılan kişi alınıyor, suya mı atılıyor, sivri bir şeyler mi batırılıyor, her neyse işte, eğer ölürse masum olduğu anlaşılıyor, ölmezse canavar diye öldürülüyor. Orta Çağ karanlığı geniş steplerde.
Canavar canavar gideyim, “Aan Arbatıı” nam bir kardeşimiz var, Yakut Türkleri hastalığa yakalandıkları zaman bundan bilirlermiş. Türk mitolojilerine göre Alt Dünya cehennem yurdunun Kuzey Göğü kısmında yaşarmış bu, zaman zaman yeryüzüne çıkarak ıstırap olurmuş millete. Bu kat kat cehennem olayının prototipi her neyse çok iyi yayılmış, Eski Dünya’nın hemen her yerinde bir örneğine rastlanıyor. Ayrıca her hastalık için bir öcü uydurmuş atalar, her canavar bir hastalıkta uzmanlaşmış resmen. Zamanın insanı bilmiyor tabii hastalık nedir, virüs nedir, hemen uyduruveriyor bir hikâye, kulaktan kulağa mite dönüyor bunlar. “Abaası” denen bir canavar var, Kimmeryalı Conan zamanında beri doğadaki bütün kötülüklerin altında bu canavarın yattığı bilinirmiş. Tek ayaklı, tek gözlü bir varlık bu, canlıların biçimlerini bozarak onları sakat bırakıyor, iğrenç varlıklara dönüştürüyor. Neden, çünkü Ulu Tengri böyle ucube varlıklar yaratmaz, onun yarattıklarını bozan birtakım hayta varlıklar olmalı. Birçok destanda rastlanıyor bu Abaası’ya, ismi değişiyor ama varlık aynı. “Adsız Hanım” var, bütün kötülüklerin kaynağı yine. Sibir Hanlığı’na dair bir söylencede geçiyor. Başka bir boyuttan gelerek uzun süreli kötülüklere yol açıyor. Bir hiyerarşiye bağlı değil, bağlı olanlar da var. Abaası olarak bilinen ruhların başında Al Ana diye bir şey var örneğin, Al Karısı, Albastı gibi isimleri de var, Çarşamba Karısı’na kadar geliyor mevzu. Albıs denen türü Samael’e çok benziyor, öldürüldüğü zaman kendisinden iki tane doğuyor, Hidra kafası. Gerçekten. O kafalardan birini kesince iki tane çıkıyordu, Herkül kestiği her kafadan sonra boynu dağlayarak yeni kafaların çıkmasını engelledi de öyle hacamat etti bu yaratığı. Bizde nasıl öldürülüyor, o konuda bir bilgi yok ama büyük çatışmalara da girmiyor bu varlıklar, Batı mitolojisinde hemen hepsi savaştan savaşa koşarken bizimkiler kovuktur, kayadır, böyle yerlerde gizlenip ara ara ortaya çıkarak curcunaya yol açıyorlar, o kadar. Bunlardan bazılarını alıkoyup hizmetçiniz yapabiliyorsunuz mesela, birkaç yıl size hizmet ediyorlar ama istediğiniz şeyleri tersten söylemeniz lazım, suyu çiçeklere dökmemesini söyleyeceksiniz ki çiçekleri sulasın. Eğer azat ederseniz ne olacağı yazmıyor ama, kin güdüp evinizi başınıza yıkabilirler veya ormanda derede gelene geçene musallat olabilirler, kafalarına göre. “Allghoi Khorkhoi” diye bir Moğol ölüm solucanı var, midesindeki asidi kusarak veya elektrik saçarak kurbanlarını öldürüyor. Gobi Çölü’nde yaşıyor bu varlık, adeta bir Şeyh Hulud. “Alyabani” var, zamanla adı Ahu Baba’ya, oradan Gulyabani’ye evriliyor. Pamir Kırgızlarına göre avcılara tebelleş oluyor bu, güreş yapmak istiyor. Eğer avcı yenerse bu mahluk basıp gidiyor, yenilirse hasta oluyor ve uzun süre iyileşemiyor.
Geceleri kilerden gelen gürültüler için bile öcü türetmiş büyüklerimiz, bazılarını kovma yollarını da bildirmişler. Sadece gürültü yapan, hayvanları korkutan bazı türleri kaçırmak kolay, şaman gelip tılsımlı sözcüklerini söylüyor, ateş yakıyor, öcüden kibarca gitmesini istiyor. Genelde sorun çıkmıyor ama şamanın yeteneği de önemli, acemi şaman öcüyü rezil de ediyor, vezir de ediyor.
Kozmogonik varlıklarımız da var, “Arağıt Balığı” denen dev balık dünyayı sırtında taşıyan bir su canlısı. Depremler, yer şekilleri bu varlığın ürünü. Ara ara kurban istediğinde vermek gerekiyor, yoksa ayakları yerden kesebilir. Yakutlar bu balığa Ölüm Balığı diyorlar, Altay Yaratılış Destanı‘nda başı kuzeye çevrili, Kuzey Yıldızı’na zincirlenmiş bir canlı olarak anlatılıyor. Gök cisimlerinin bir arada durmasını anlamaya çalışan insanların inanabileceği hoş bir hikâye.
“Arap” var, genelde Zonguldak civarında yaşadığına inanılırmış. Malum, oralarda define avcılığı ata sporu. Orada yaşadığım iki senede gecenin bir körü köpeklerle, kazmalarla bir yerlere giden çok insan gördüm, ağaçların arasında kaybolurlardı. Ceneviz yerleşimlerinde ziynet eşyası bulanlar çokmuş, insanlar iş güç kovalamayıp bütün gün deli gibi kazıyorlardı sağa solu. Neyse, bu Arap kardeş maden ocaklarında dolanırmış, ocağın kimin olduğunu sorarmış. Onun olduğunu söylemeyenleri anında öldürürmüş, derin çukurların kazıldığı yerlerde istediği cevabı alamazsa yine öldürürmüş. Bazen defineyi gösterdiği de olurmuş, Bursa ve İznik de bu Arap’ın dolandığı yerlermiş, hatta ilk ağızdan bir hikâye de yer alıyor. Kazı yapan adam onca katakulliden sonra akıl hastanesini boylamış, söylenceler böyle.
“Büke”yi de anlatıp bitireyim, bu Büke yılana benziyor, Çin ejderhalarını anımsatıyor. Bildiğiniz gibi Çin ejderhalarının kanatları yoktur, Batılı olanlar uçabilir ama Çinliler timsahın çok büyük bir haline benzer. Fark etmiyor, her tür ejderha parlak nesneleri sevdiği için hazinesine gözü gibi bakıyor, Büke de bakıyor, öldürülmesi için ruhunun bulunması lazım. Bazı anlatılarda “Demirbüke” olarak da geçiyor. Bu Demirbüke’nin yedi ruhu, yedi ırmağın ötesindeki yedi ovanın ilerisindeki yedi dağın ardındaki yedi boynuzlu geyiklerin karnındaymış. Pek hoş.
Öcüler, bizim öcülerimiz. İslamiyet öncesi Türk toplumlarının saf korkuları. Meraklısı alsın okusun.
Cevap yaz