“Ona gerçek hikâyeler yazmak istediğimi söylüyorum, ama bir an geliyor, hikâye gerçekliği yüzünden katlanılmaz oluyor, bunun üzerine hikâyeyi değiştirmek zorunda kalıyorum. Kendi hikâyemi anlatmak istediğimi söylüyorum ona; ama yapamıyorum, cesaretim yok, hikâyem çok canımı acıtıyor.” (s. 267) Lucas veya Klaus, Claus, kurmacayı yalan olarak kodladıktan sonra her şeyi faş eden anlatıcının neyine güveneceğiz ki verdiği isme güvenelim, ama önemli olan hikâyedir, gerçeği veya yalanı anlatsa da sadece hikâye. İkizlerin annesi var, bu doğru, anneannenin evine bırakılmışlar, kısmen doğru, savaş doğruların en doğrusu, kurmacayla gerçeğin arasındaki sınırları kaldıran büyük travma. Defterde yazdıklarını yaşamla temize çeken anlatıcının verdiği ipuçlarını birleştireceğiz artık, kırk küsur yıl sonra memleketine döndüğü zaman satın aldığı armonikayı, dolandığı meyhanelerde çaldığı şarkıları, anneannesinin evini, ikizinin körlüğünün veya sağırlığının aslında kendine biçtiği bir rol olduğunu ilk iki metinden, kurmacadan biliyorduk, gerçekteki -sözde gerçek, 11. Emir’i kurmacayla ilgili kılıp esiyorum: güvenmeyeceksin- versiyonlarından ne kadar emin olunacaksa o kadar emin olabiliriz. Aslında üç anlatıyla birden karşı karşıyayız, Klaus’un anlattığı “gerçek”, yalanlar ve gerçekle yalanların kesişiminden doğan hikâyeyi bir arada izleyen dikkatli zihinler için ne ibretler vardır, şahit olalım. İkinci metnin sonunda hapishaneye konan anlatıcının izindeyiz, aslında hapishane değil de bölge polisinin binasındaki bir hücre orası, vizesi bitip kaçak durumuna düşenler için sondan bir önceki durak. Civardaki okuldan çocukların sesleri geliyor, biliyor anlatıcı, okula hiç gitmemişse de orada bir okul vardı. Anneannenin yardımıyla okula uygun olmadıklarını göstermek için yetkililere rol yapan ikizleri hatırlayalım, anlatıcının beş yaşında yürümeyi tekrar öğrendiğini söylemesiyle esas hikâyenin bambaşka olduğunu sezelim. Hapishaneye düşmeden öncesi de -en az iki ay- var, ziyarete gelen kitapçı kadından bileceğiz, sonrasında anlatıcı aktaracak olup biteni. Geri döneceğini sanmadığını söylüyor adam, bağlı bulunduğu elçilik bütün borçlarını ödeyecek. Baştaki alıntıda muhatap bu kitapçı kadın, kiracısının neler yazdığını öğrenmeye çalışıyor ama duyduğu duyacağı o. Anlatıcı komiserle satranç oynuyor ve her seferinde kazanıyor, gardiyanıyla kâğıt oynuyor ve hep kaybediyor, kaybettikçe borçlanıyor. Satrançta hile zor ama gardiyanın her oyunda hile yaptığından bahsedip kazandığı parayı almayı reddetmesi Klaus’un komisere gerçeği borçlu olduğunu göstermez mi, aşırı yorum böylesi bir kurgu için ne kadar aşırı, mesela geldiği ülkede çocuğunun veya eşinin olmadığını, geri zekâlı rolü yaparak okuldan yırttığını söyleyen anlatıcı kendi hayatı hakkında aşırı yorum yapıyor mu, bence cevabı kadın doğrudan veriyor: “‘İnsan sizinle hiç ciddi ciddi konuşamıyor. Durmadan şaka ediyorsunuz.’” (s. 270) Eh, şakanın ardına gizlenen yıkıntıyı bilse aşmayacak kadın, elindeki bilgiye göre inanıyor adama. Devam, çok ciddi bir hastalığı varmış adamın, bir yıl önce öğrenmiş ama alkol ve sigaraya abanmaya başladığı zaman erken yaşta öleceğini tahmin etmiştir çünkü ikisini de bırakmaya niyeti yok, ölümü arar gibi. Geri dönüşlerin başladığı noktada dikkatimizi biraz daha artırmamız gerekiyor, hikâyeye giren ögeler bir şekilde tanıdık gelecek. Çocukluğunun geçtiği şehrin sokaklarında yürüyen anlatıcı küçük bir çocuğa kardeşi olup olmadığını soruyor, sınırın bu tarafında kalan kardeşi o mu? Değil, Merkez Meydanı’nda oturan çocuk/yaşlı olabilir ama, belki de beklediği anlatıcıdır. Merak edip gidiyor adam, yaşlı gerçekten de kardeşi de her gece şehrin üzerinde kollarını açıp uçtuğunu söylemesi, sonra bedeninin ince kumlara dönüp akması, geride kafatasının kalması uykularda da huzurun olmadığını gösteriyor, anlatıcı gözyaşları içinde uyanıyor. O kadar alavere yokmuş gibi bir de rüyalarla uğraşıyor, iyice sallanmaya başlayan gerçeğe sıkı sıkıya tutunmak istiyoruz. İstiyorum, hikâyeye inansam da gerçeği merak ediyorum çünkü var, gerçeğe inanabiliriz, hikâyeye duyduğumuz inancı zayıflatmaz çünkü ikisi de birbirinden doğar. Biri daha başta ölür sadece, buradaysa yaşıyorlar.
Çocukluğunun büyük bir bölümünü hastanede geçirmiş anlatıcı, savaş başlamadan hemen önce, dört yaşındayken. Tekerlekli sandalye yok, koltuk değnekleri yetiyor, geceleri koynuna girdiği öğretmenin yatağı birbirlerinin yataklarında edepsizlik edenleri görmemesini sağlıyor çocuğun, iyi, sadistik davranışları göstermesini engellediği için de iyi. Fiziksel şiddet uyguluyor, okumayı bilmeyen bir çocuğa ailesinden gelen mektupları yalan yanlış aktarıyor Klaus, hüzünlü hayatını kurguyla hafifletmeye çalışacağı zamanlardan önce başkalarının hayatlarını hüzünlü hale getirerek acısını unutmaya çalışıyor, annesiyle babasından hiçbir haber almadığı için. Savaş sırasında hastaneye bomba düşüyor, enkazdan çıkarıldıktan sonra sağır-dilsiz taklidi -kıps- yapıyor Klaus ve sorulardan yırtıyor. Anneanneden yırtamıyor, sınıra yakın malum eve gidiyor, anneannesi ona “itoğlu it” -kıps- diyecek. Daha kıpslamıyorum, önceki metinleri bilenler yakalasın. Şehre ilk geldiği döneme ışınlanalım, en yakın arkadaşları Peter ve Clara öldükten sonra, ömrünün sonuna geldiğini anladığında yola çıkıyor, aradan onca süre geçmemiş gibi anılarındaki insanların yüzlerini bulmaya çalışıyor etrafta, yanlış kişilere yanlış sorular sordukça paparayı yiyor. Kitapçının evinde kiracı, meyhanelerde müzisyen, tansiyonu yüksek. Tuhaf benzeşmeler Lucas’ın gerçekte var olup olmadığını sorgulatıyor arada, misal kitapçının üstündeki mavi evde yaşamak istermiş Klaus küçükken, kurduğu yalanlarda Lucas’a orayı satın aldırıyor, sonra gerçeğin naniğiyle kiracı da olsa orada kendi yaşamaya başlıyor. Kristof’un bu çakıştırmaları akla zarar. Klaus’un kardeşini hatırladığını söyleyen adamın kafasını kırması yıllardır zihninde büyüttüğü gerçekle kurmacanın karışımına izinsiz girişe kesilen ceza, hani kesişimler varsa bir tek kendi bilebilir ve zihnine sadece kendisi girebilir, geveze herif nereden bilecek ki kardeşini? Polisin eline düşmesi bu yüzden, şikayet gelince hemen karakola götürülüyor ve durumu ortaya çıkıyor işte. Karışık kurgudan parçalar yağmaya devam ediyor arada, mayına basıp havaya uçan adam aslında anneannesinin evi kamulaştırılınca sokakta kalan Klaus’un garda rastladığı yabancının teki, birlikte sınırın öte tarafına geçmek istiyorlar, gerisini biliyoruz. “Bütün bunlar yalan. Bu şehirde Anneanne’nin evindeyken yalnız olduğumu, daha o zaman bile dayanılmaz yalnızlığa kardeşimle beraber iki kişi olarak dayandığımızı sadece hayal ettiğimi biliyorum.” (s. 305) Yine dürüst değil Klaus, eksik bilgi vererek bir kardeşinin olmadığını iddia ediyor, gerçekte o evde tek başına olduğu doğruysa bile kardeşinin olmadığı doğru değil. Elçilikten gelen adam, polisler, Klaus’un konuştuğu, yahu isimler karışmış, bizimkinin adı Lucas, kardeşininki Claus. Vallahi çaresizim, okuyalı da iki hafta falan oldu, zaten kurgu süründürüyorken bir de hatırlamaya çalışıyorum ama beceremiyorum, okur olarak naçar halde kıvranıyorum. Kardeşi yok Lucas’ın, kime söylediyse öyle bir kayıt yok, kendisine dair bilgi yok, yaşamıyla ilgili hiçbir şey yok belgelerde, savaş zamanı her şey karışınca varlık da yokluğa karışmış. Elçilikteki adam bir ipucu yakalamış ama, Lucas’ı gördüğü zaman telefon rehberine baktığını, “Klaus T.” diye birine rastladığını söylüyor. Şair, takma adı Klaus Lucas, ortalıkta hiç görünmüyor, tam bir muamma.
İkinci bölüm elli yıllık aranın ikizleri birbirlerinden ne kadar uzaklaştırdığını gösteriyor. Müthiş sarsıcı, olanların beklenen kavuşmayla zerre alakası yok. İkizlerin ilk telefon görüşmeleri, Lucas’ın eve gelip Claus’la yüz yüze gelmesi, iki kardeşin de elli yıl boyunca yazmayı büyük bir inatla sürdürmüş olmaları, Claus’un en sonunda Lucas’ın yazdıklarını okuması final için muazzam bir patlama. “Yazmaya çalışıyorum, ama hayatımızı, hepimizin hayatını mahveden o ‘şey’i düşündükçe ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden.” (s. 326)
Dört dörtlük.
Cevap yaz