“Çağdaş Eleştiri” serinin adı, Benk’in 80’lerde çıkardığı derginin de adı. Kitaptaki yazılar oturumların deşifreleri, dergilerdekin toplamı.
Benk 1922 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Fransız Roman Dilleri ve Edebiyatları Bölümü mezunu, aynı bölüme asistan olarak girdikten sonra profesörlüğe kadar yükseliyor ve 1982’de kendi isteğiyle emekliye ayrılıyor, dergiciliğe ağırlık veriyor. Eleştiri yöntemleri üzerine çok sayıda makalesi var, “okurun yapıt içinde yaratılmasını, bu yaratılma açısından yapıtın değerlendirilmesini, bir başka deyişle yapıtın başarısını o yapıtın okurun yaratma gücüne bağlamayı öne alan bir eleştiri anlayışı” ortaya koymuş. Mehmet Rifat “Sunuş” bölümünde anlatıyor, Benk sanatçıların yaşamlarından eserlerine uzanan yolu açığa çıkarmaya çalışmıyor, doğrudan doğruya yapıtların dokusunu, kuruluşunu inceliyor. “Yazılar” bölümünde iyi bir örnek var, Kemal Bilbaşar’ın “Paşazade” öyküsünü inceleyen Benk, göstergebilime dair kısa bir girizgâhtan sonra eleştirilerini sıralıyor, gökyüzünün süslü tasvirlerinden sonra görünen karakterlerin gökyüzüyle ilgileri yok, konuşmaya dalmışlar, öyleyse gökyüzünü anlatıcının dilinden dinliyoruz. Kendini bu şekilde ele veren yazar tümdengelimci, tutucu o zaman, kendini metinden ayırmıyor, nesneleri olur olmadık biçimlerde kişileştiriyor. Serbest dolaylı anlatıcı karakterlerle tasvirleri bağlayabilirdi belki, o da yok, anlatım biçimiyle içerik uygunsuz. “İşte kötü edebiyat dediğimiz bu, bir anlatının kendine dönük olacağına, sırıtarak okuyucuya bakan bir marifet gösterisine dönüşmesi.” (s. 381) Müge İplikçi’yi okusaydı ne düşünürdü acaba Benk, merak. Öyküde çolaklık da varmış ama çolaklığın anlatıya yüklediği bir işlev yokmuş, fazlalık. “Doldurmada öğelerin bağlandığı tek nokta yazarın paşa gönlüdür. Anlattığına karşı hiçbir sorumluluk yüklenmeyen yazar, her şeyden söz edebileceğini sandığı için hiçbir şeyden söz edemediğinin de bilincine varamaz.” (s. 383) Bu öykü kurgu bozukluğuyla, doldurmacayla, düzmece şiirsellikle dolu, iyi bir öykü değil, Benk iyi bir iğneliyor. Kurmacayı oluşturan öğelerin dengesizliği Benk’in edebiyatımızda sıklıkla rastladığı olumsuzlukların “başlıca değişmezlerinden” olagelmiş, lafını esirgemiyor Benk. Başka bir yazıda Bertan Onaran’ın Yazko Çeviri‘de yayımlanan bir Proust çevirisini eleştiriyor, değindiği konular sözcüklerin anlamca karşılıklarının iyi bilinmemesi, kültürler arasındaki farklardan doğan yorumlama hataları, Türkçe sözcüklerin anlamlarının kaydırılması. Başka bir yazıda Fikret Otyam’dan Oktay Akbal’a pek çok ismi eleştiriyor ve ekliyor: “Öğrenmek, bir metne nasıl yaklaşılacağını bilmeyi gerektirir. İsmail Habib’lerle, Ali Canip’lerle, hele kendi ön yargılarını doğrulamak için şiirleri dürtükleyen Kaplan’larla olmaz bu.” (s. 401) Aynı edebi anlayışı söyleşilerde de sürdürüyor Benk, özellikle Yaşar Kemal’i sıkıştırdığı bölümler çok eğlenceli. Demirciler Çarşısı Cinayeti hakkında konuşuyorlar, Tahsin Yücel, Yaşar Kemal ve Adnan Benk. Yaşar Kemal genellikle Homeros’tan Anadolu halk hikâyelerine uzanan bir geleneğin temsilcisi olduğunu söylüyor, pek çok röportajında var bu, bu oturumdaki eleştirilere de aynı savla karşılık veriyor. Hikâye anlatıcılığındaki destansı söyleyişi Batı romanının etkileriyle dengelemeye çalışsa da Benk’i ve Yücel’i “ikna” edememiş olsa gerek, eleştiriler arka arkaya geliyor. Mevzu bahis romanda bir kişi anlatıya girdikten sonra o kişi hakkında uzun uzadıya bilgiler veriliyor, Benk bu “sapmaların” romandaki işlevini merak ediyor, olayın gelişmesine engel olduğunu söylüyor, Yücel de aynı fikirde. Kemal yeni bir şey denediğini, yoksa aynı şeyleri aynı biçimde defalarca yazmanın bir anlamının olmadığını söylüyor ama soruya cevap değil bu. Bu türden başka eleştiriler de geldiğinde Yaşar Kemal şunları “söylemek zorunda kalıyor”: “Çok küçük kalıyor benim için, ayrıntı kalıyor bunlar büyük roman kurgusu içinde… Ben öyle sanıyorum ki böyle yapısı olan geniş bir yapıtı ortaya çıkartmak için her şey yerli yerine konmuştur bir romancı tarafından. Gözden kaçan hiçbir şey olabileceğini sanmıyorum. Yanlış ya da doğru, sebepsiz bir şey yok. Sebep vermiyorsam bile, onun da bir sebebi vardır.” (s. 23) Yazarın/anlatıcının sesinin yükseldiği noktalarda anlatınınki kısılıyorsa romanın kurgusu biçimsizleşiyor, Kemal bunun farkında, “romancı alışkanlığı” ile yazdığını, kurgu hatalarının farkında olmadığını söylüyor. Bunlar karavanalar olarak görülsün, diğer yanda hedefi tam on ikiden vuran denemeler de var, örneğin durmadan yağan yağmurun anlamını çok güzel yaymış Kemal, anlam derinliği bunun gibi öğelerle genişlemiş. İşin ilginç kısmı bazı şeyleri bilinçli bir şekilde oluşturmamış yazar, neyi nasıl yaptığını düşünmediğini, bunun kendi işi olmadığını söylüyor. Metinlerindeki abartmaları Anadolu insanının deyişlerinden aldığını söylüyor, tartışılan konuları temellendiriyor, bir anlamda diğer ikisine ayak uyduruyor ama ekol farkı bariz, yapısalcılıktan göstergebilime pek çok dalda kalem oynatmış eleştirmenlerin karşısında edebi anlayışının kabulünü bekliyor Kemal, çekişmeler çok tatlı, tartışılan mevzular karakterlerin davranışlarının kurmacayla bütünlüğüne kadar çok çeşitli, hoş bir oturum olmuş.
Melih Cevdet Anday’ın katıldığı oturumda yine Tahsin Yücel ve Adnan Benk var, Nuran Kutlu eşlik ediyor. “Yaz Sonu Şiirleri” üzerine konuşuyorlar, Anday anakronik bir zaman algısı yakalamaya çalıştığını, insanın bilinciyle parçalanan zamanı bir araya getirmeye çalıştığını anlatıyor. Şiirin düşünsel temellerini gözeterek duyumsama biçimlerini, zaman karşısındaki konumunu belirlemeye çalışıyor bir yandan, yine eleştirmenlerin değindiği bazı meselelerin hiç farkında olmadığından bahsediyor, sanatçı sezgisi elle tutulamayacak bir şey sanatçı için, eleştirmenler yakalıyor bazılarını. Nesnelere duyulan inançsızlık, algılanan dünyanın ötesindeki parıltılara ulaşmaya çalışmak Anday’ın esas meselelerinden bazıları. “Geçmeyen bir zaman, bizi bıktıran ya da bizi aldatan. Kanmadım dediğim de budur. Benim zamanım, hep başka bir zamanı düşünmek istiyor. Yani bu alıştığımız zamana uymaz: doğacağım, büyüyeceğim ve öleceğim…” (s. 87) Şiir dili mantık öncesi dil olduğu için üzerinde en çok durduğu sanatın şiir olması şaşırtıcı değil, bizde düzyazının gelişmemesinin mantığın henüz kavranamamasından kaynaklandığını ekliyor. Şiirde çeviri problemlerinden bahsederken Sabahattin Eyüboğlu’nun “yeşil bakmak” imgesini Fransızcaya çevirmemesini örnek gösteriyor, Fransızcada başka türlü vermek gerekiyor bunu, yapılar uyuşmayınca farklı arayışlar şart. Benk’e göre imgeler şiirleştikçe çevirileri zorlaşsa da Anday’da başka bir derinlik daha var, hiç beklenmedik iki şeyi bir araya getirerek çeviriye de gelmeyen bir dünyaya kapı aralamak sanatın özü belki, Benk’le Yücel daha çok “zanaat” denen bir kısmı irdeliyorlar, Anday iki parçayı bir araya getirip şiirini anlatmaya çalışıyor, Kemal’den daha iyi beceriyor sanatını incelemeyi. Şiirin çok çeşitli anlamlara gelmesini istememesiyle Edip Cansever’in başka bir oturumda söyledikleri aynı kapıya çıkıyor, Cansever bu yüzden Necatigil’in bazı şiirlerini beğenmediğini, birçok anlamdan ziyade belli anlamların ufuklarını görmeye çalıştığını anlatıyor. Eleştirmenlerle şairler arasındaki ilişkiyi de katılımcılar arasında en özlü biçimde değerlendiren de Cansever yine: “Evet, siz eleştirel bir bakışla yaklaşıyorsunuz şiire. Ben aynı yöntemle yaklaşamam elbet. Benimki şiirsel dediğimiz dil, sizinki çözümleyici bir dil. Ben de sizinle birlikte çözümlemeye kalkarsam, ya şiiri açıklamış olurum ki karşı koyduğum bir şey benim bu, hem bir şeye de yaramaz. Onun için ben daha uzaktan bakmak zorundayım şiire. Çünkü, belki de benim dediğim gibi değil bu söylediklerim. Masama gelen insan gerçek mi, düş mü bilmiyorum diyorum. Bugün böyle diyorum. Acaba bu şiiri yazdığım gün gerçek olarak mı düşünmüştüm o gelen insanı? Onu da pek bilemiyorum.” (s. 143)
Macit Gökberk, Ömer Uluç, Nuri İyem ve İlhan Usmanbaş diğer katılımcılar, dolu dolu söyleşilmiş onlarla da. Eleştiriyle ilgili dopdolu bir kitap bu, meraklılar okumalı.
Cevap yaz