Beğenmiştim Ural’ın öykülerini, bu kitaptaki denemeleri öyküden geldiği için hoş, selamı taşıyarak varmak istediği yere varıyor ama inanç, itikat bir yerde kesiyor akışı, “vay insanlığımız” noktasında kalıyoruz. Woo Suk Hwang’ın eleştirildiği denemeye bakalım, embriyo klonlamanın şeytansılığını görelim. Gerçi şarlatanlığı ortaya çıkınca bilim dünyasından aforoz edildi Hwang, belgeseli malum yerlere düştü, dileyen bakabilir. Neyse, Hwang’ın laboratuvarına gidiyoruz denemede, gözlemciyle anlatıcı uçsuz bucaksız tarlalarda yürümeye başlıyorlar. Fidanlar, ağaçlar var, boş alanlar var. Bir de eller var, bitkiden çıkıyor, çocuk elleri. Gözlemci dehşete düşüyor, anlatıcı korkmaması gerektiğini, her şeyin bilimsel olduğunu söylüyor. Bir ağacın altına uzanan anlatıcı tepesindeki yapraklardan kendisine bakan gözleri görüyor, anlatıcı yine teskin ediyor adamı, her şeyin insanlık için olduğunu söylüyor. Gözlemci kustu kusacak, e hadi kussun, yolda çöp yığınlarıyla karşılaşıyorlar, parçalanmış embriyolar var. Ha ama ABD’de bu işlemler ahlâki nedenlerle yasak, on yıl hapis ve bir milyon dolar para cezası var. Oley ABD. Lakin Hwang’ın ekibinde ABD’li Jose Cibelli de var, tu kaka ABD. Şimdi bu denemeden ne çıkaracağız, mesela organ yetiştireceksek botaniğin iyi bir tercih olmadığını düşünebiliriz, gözlerden uzak tutulan her şey kabul edilebilir. Çarpıcı Detaylar: Bilimin Karanlık Tarafından Maceralar‘da böcek yiyenlerin böcek yediklerini görmemeleri halinde daha bir böcek yedikleri anlatılıyor, o halde Dune‘daki axlotl tankları gibi yapılar iş görecektir, ortalık yerde bırakılana bir çarşaf örtülse iş görür, yetiştirilen organlar öyle uluorta durmasın. Olay tarlaysa dikey tarım diye bir şey var, yüz katlı platformlar kurup birinde akciğer, diğerinde dalak falan yetiştirirsin, sıkıntı çıkmaz. Yani öyle bir kültür, zihniyet farkı var ki Ural’ın çekinceleri püften kalıyor. Gökdemir İhsan da bağırıyor benzer kaygılarla, “Ulan bu Batı edebiyatı insanı bok etti, biz kâmil varlıklarız, sensin böcek!” diyor mesela. Ohoo. Ben diğer taraftan bakayım, Kaku diyordu galiba, bu işi etik kutik kaygılarla yasaklamak yerine, eh, hadi devlet kontrolünde sürdürelim ki teknolojiyi ele geçirebilecek devletler, oluşumlar, her neyse, merdiven altı üretime, araştırmaya başlamasın. Komplo teorisi kokuyor ama doğruluk payı var, yapılabilecek şey yapılır. Neden, çünkü neden olmasın. Bu durumda insanı tak-çıkar makine olarak görebiliriz ki zaten görüyoruz, kan verip alıyorsak kıç da verip alabiliriz, mesela gergedandan üretilmiş bir kıçı kullanırım çünkü kaza geçirebilirim, kıçımın başına bir iş gelebilir, neden kullanmayayım. Yüce insan, ulu suret insan, yeri gelince klon insan. Bunların etik sorunları yıllardır tartışılıyor, son örneğini Gibi‘deki kafa nakliyle ilgili bölüm gösterdi, esnaf abimiz içten tepkisiyle mevzuya dair malumat verdi, yetişir. Yapay zekâyla ilgili de vaveyla koparılıyor şimdi, sermaye o taraftaki araştırmalara akıyor, paranın önünde dağın dayanmadığını bilip emeğin evrimine göre vaziyet almaktansa bu tür çıkışlarla zaman harcamak, bilemiyorum. Tamamen öznel bir şey, olasılıklar üzerinden yürütülecek bir düşünce akışı istiyorum ama Ural yakınmaktan başka bir şey yapmıyor. Olasılıklara değiniyor gerçi: yapraklarda yetişen gözler. Meh. “Piyanonun Üstündeki Oyuncaklar” da az facia değil. Mertol Demirelli nam deha bir piyanistimiz vardır, eğitimini ve başarılarını yazmaya sabır yetmez. Ural’ın metinde değindiklerinin izini aradım internette, bulamadım, metinde aileyle ilgili bilgiye haiz olduğunun emaresi de yok, eğer Ural’ın mesnedi varsa affola: Şimdi bir piyanoyu konuşturuyor Ural, piyano üç sene önce gelmiş eve, yerine yerleştirilirken duvara sürtmüş de Mertol’un babası bütün apartmanın duyacağı bir sesle azarlamış nakliyecileri, öfkelenip bağırmış. “Minik Ludwig” dört yaşında, gece piyano çalışıyor da parmak alıştırmaları yerine içinden gelenleri yapıyor anlaşıldığı kadarıyla, babası gelip azarlıyor, esas çalışması gereken şeyleri çalışmasını söylüyor, kapıyı sertçe kapayıp çıkıyor. Üç yıl geçiyor böyle, Mertol yedi yaşında. Anlatıcı piyanoya çocuğun oyun dünyasını soruyor, piyano cevaplıyor: “Yaşıtları gibi bisiklete binmiyor, futbol oynamıyor çünkü parmakları zarar görebilir.” Buradan doyumsuzluğa varıyoruz, Mertol çok parası olanlar, daha güzel rol yapanlar, daha daha olanlar gibi körelmiş bazı açılardan, çocukluğunu yaşayamamış, yani yaşayamamıştır herhalde, anlatıcı da bilmiyor ama piyanoya Mertol’un bisikletinin hiç olmayacağını söyleyebiliyor. Neye dayanıyor bilmiyorum ama kendinden çok emin, başka türlü olamayacakmış gibi anlatıyor, bir şeye dayanmıyorsa yediği haltın farkında değil. İlginç. “Tek Kişilik Orkestra” var, zurnanın zort dediği yer/yazı. İnsan hareketlerinin ses enerjisine dönüştürüldüğünün haberi nasıl dehşet verici olabilir? Eh, isteyen istediği yere bağlayarak bundan bir korku hikâyesi çıkarabilir. Hareketlerden çıkan sesleri bir CD’de toplayanlara kendi CD’sini hazırlıyor Ural, İsrail’in zulmünden, ABD’de bar tuvaletinde doğurduğu çocuğu çöpe atıp eğlenceye devam eden kadından, Cezayir Sokağı’nın Fransız Sokağı’na çevrilmesinden -bunun alakasını gerçekten anlamadım ama esas bomba geliyor- ve “Müslüman” -bu bilgiye nereden ulaştığını da bilmiyoruz- Elif Göksel’in Ortodoks kilisesinde evlenmesinden bir çalma listesi hazırlıyor. Abi… Yani had bilmek gerçekten çok önemli bir şey ya, mesela bilgisayarını aileden biri sanan insanlara ayrı, teknolojiye ayrı çatmak yerine bu duruma yol açan duruma da en az bunlar kadar yer verilse de kalemler rahatlıkla kırılmasa mı acaba? Dağ tırmanışında ölen Hakan Güvenç’i sırf “yeryüzündeki bunca düzlüğü bırakıp dağlara koştuğu” için iğnelemesek? Bir üstencilik var bu denemelerde, okuru canından bezdiriyor. Biraz empati, biraz aynı yerden bakıp da keşfetmek yok, Ural’ın en rahatsız edici yanı.
İyilere sıra gelmedi, Ural tarzı deneme yazarak bitiriyorum. Denememin adı “Patates Pat”. Önce öyküye çalan bir metin: “Bayrağın anlamı vardır, vatan veya mide kurtulmuştur da simgesi nakşedilmiştir tüm ulusa. İrlandalılara yardım eden Osmanlı’nın izi böyle kalmıştır oralarda, patates vasıtasıyla. Topraktan bittiği gibi yenmemiştir önceleri, insanın neyi ne yapacağıyla ilgili bilgisi yavaş yavaş biriktiği için yaban kalmıştır, ehlileştirildiği zaman açlığa çare olmuştur ama yeterince yetişmiyor demek ki, Afrika’nın durumu ortada!” Tamam, sosyal mesajımızı verdik, öykü eksik kaldı ama bir açlık hikâyesi, kurtulma teranesi uyduruverin kafadan, sokuşturuverin araya. Şimdi donk teline geliyoruz: “Patatesin faydalarını başka milletler başka şekilde biliyor, mesela geçen hafta haberler Fransa’da ‘patates kızartması’ diye bir şeyin icat edildiğini söylüyordu. Pierre Lagui adlı aşçının bulduğu bu yiyeceğin bir kilosu için iki kilo yağ harcanıyormuş, bir yiyen parmaklarını da yedikten sonra kendi kıçını ısırıyormuş.” Falan. İsyan noktasına gelelim: “Olacak şey değil, oysa çocuklar fen derslerinde kablo sokacak, elektrik üretecek patates bulamıyorlar, dünyanın bir ucunda envai çeşit yemeği yapılan patatesten gelecek ilim Fransızların midesine gidiyor. Ziyade olsun fakat bilimsizlikten de yakınmasın kimse, gübreden elektrik üretilmiyor!” Magnifik bir vecize ve son. Dersimizi alıyoruz, oturuyoruz aşağı. Oysa ne güzel başlangıç o ilk denemeninki, haberlerin niteliği eleştirilirken masal diyarından gelen bir atlının haber taşıma serüveni ne hoş ama uzun sürmüyor işte, Ural kurduğu yapıyı hemen tuhaf çıkarımlarla bozuyor, dersini vermeden bitirmiyor yazıyı. Şahsen ben rahleme eğilip düşündüm, bundan sonra helal organ arayacağım, üstün yetenekli çocukları çalışmalarının başından kaldırıp “Çıkın top tepikleyin laan!” diye ünleyeceğim. Şart. Lazım.
Cevap yaz