Hüseyin Rahmi Gürpınar – Cadı Çarpıyor: Zamane Eleştirmenlerine Cevap • Şakavet-i Edebiyye

Kitap basılıyor, gazetelere birer nüsha gönderiliyor, Sabah‘ta Şahabettin Süleyman’a denk geliyor kitap, gelmese Gürpınar ağzını bozmayacak, Süleyman’ı ve ardından Ali Naci Karacan’ı yerin dibine sokmayacak, yıllar sonra yayıncılığa başlayan Karacan şöyle tumturaklı bir özür metni yayımlamayacaktı Gürpınar’la ilgili, zira metinlerini basıyor büyük yazarın, özür şart. Saçma sapan bir mesele aslında, Süleyman kitabı eline alıyor, “Rahmi’yi bir az hırpalayacağım!” buyuruyor. Hırpalayamıyor, Fecr-i Âti’nin has adamı, sanatın şahsi ve muhterem olduğunu söyleyen Süleyman zıttırıbık bir yazı yazıyor, eleştiri demeye dil varmaz, akıl inmez, gönül çıkmaz. Özetle Hüseyin Rahmi’nin öldüğünü, romanın anca Gürpınar’ın öteki romanlarının gölgesinde yaşayabileceğini söylüyor. Yapıtları “şiir imiş” Gürpınar’ın, tuhaf bağlantılarla tuhaf karakterleri bir araya getirse de büyük gerçekçi sayılırmış, ne ki bu hikâye çok acele yazılmış gibi duruyormuş, doğallıktan uzakmış, gereksiz ve üzücü felsefelerle doluymuş, yüksek ve temelsiz düşünceleri art arda sıralayan Şükriye Hanım ne yaptığını sanmaktaymış, cadı var mıymış, aa, yokmuş, e korku zaten uyanmadığına göre ne mene işmiş o, az biraz üslupla düzenleyiş güzelliği olsaymış süper bir roman çıkacakmış ortaya. “Acaba, yeni bir gerileyişin karşısında mı bulunuyoruz? Olabilir… Zaten bizde bir kaç yapıttan [sonra] ölmek, kesin değil mi? Belki Hüseyin Rahmi Bey de öyle bir edebî ölüm noktasında bulunuyor. Bu, çok üzücü…. Ama, bütün gerçekler gibi göz yanıltıcı ve zâlim…” (s. 27) Büyük, mesnetsiz laflar, örneksiz çıkarımlar, gevelemeler, Süleyman’ın yazısında bunlardan başka bir şey yok, yani “güldürü güzelliği” diye bir şeyi arayıp bulamamak eleştiri değil, elde veri olmayınca her şeyi sıkıp eleştiri olarak vermek mümkün. Mevhibe Ziya Hanım’ın Gürpınar’ı savunan yazısı Süleyman’ın çıkardığı Rübâb‘da yer alıyor, en azından etik ilkeleri gözetiyor Süleyman, tabii çıngar çıkararak edebî anlayışının yayılmasını sağlamak, derginin tirajını artırmak gibi ulvi amaçları da olduğu için yazısına ne tepki gelse iyidir. Savunuda, yani Gürpınar’ı yine en iyi Gürpınar’ın savunacağını söylüyor yazar da ne yapacak Gürpınar, “Ben yaşıyorum ulan kerkenezler!” mi dese iyi yoksa yazmaya devam edip yaşadığını gösterse mi, ilki. Hakaretlerin arasında edebî görgüsünü, Fransızların estetikle ilgili görüşlerini açıklıyor, muhatabını muhatabının argümanlarıyla vuruyor, safsataya da başvuruyor çokça, iki metinde bütün cürufunu döküyor diyebiliriz. Raymond Chandler’ın söyledikleri tek rehberdir bu konuda, eleştiriler karşısında ölü taklidi yapıp bildiğinizi okumaya devam ediniz, okuyunuz, yazınız, gerisi zamana kalmıştır. Aslında her şey zamana kalmıştır, eleştirilere cevap vermek, metnini savunmak(?) yazara kalmamıştır. Gürpınar gibi edebiyatından başka hiçbir şeye sıkı sıkı, hani yaşamı pahasına sarılmamışsa.

Mevhibe Ziya Hanımefendi’ye teşekkür ederek başlıyor Gürpınar, “edebiyat hayatında uğradığı acılara” onların, okurlarının sayesinde katlandığını belirtiyor ve bombalamaya başlıyor: “o çoluk çocuk karalaması” edebiyata yeni heveslenenlerin deneme tahtasıymış, zaten dergiyi çok okuyan da yokmuş. Madem eleştiriyorlar, daha iyilerini yazsınlarmış, kimsenin elini kolunu tutan yokmuş? Ortaya değerli bir yapıt koyamadıklarına göre lafları pek ucuz şeylermiş, zaten siyaset, yönetim ve benzeri bilim ve fen dallarında Avrupa’daki yeteneklere benzer bir adam yetişmediği için bu yetkinleşme amacını yalnız romandan istemek insafsızlık ve düşmanlık değil miymiş? Şimdi iki metinde de kendini, edebiyatını savunacak Gürpınar, özellikle edebiyatını savunacak zira o kadar da kötü yazmıyor, okurların ilgisini çektiğine göre bir şeyler var ortada, o zaman romanının nitelikli olduğunu söylemeden önce neden yetkinleşmediğini ima ediyor, ilginç. “Bundan sonraki yapıtlarımı Şahâbettin Süleyman’a beğendirmek gibi bir kuruntuya uyarak yazmaya hazırlanacak kadar ‘saf’ bir adam değilim. Fakat mâdem ki hakkımdaki savunmanızla söz bu konuya döküldü, eleştirmenin ‘ruhsal durumu’ndan biraz söz etmek isterim.” (s. 33) Safsata başlayacak da öncesinde edebiyata dair şöyle bir değerlendirme, Meşrutiyet’le birlikte sonsuz bir serbestlik alanı açılmış da iyi olmamış aslında, herkes bir üstünü yıkmaya girişmiş, Fikret’ten, Uşşâkîzade’den ama en başta Kemâl’den başlamışlar zirzopluğa, sıra Gürpınar’a gelmiş nihayet. Nerede, dergide, dünyanın en kolay şeyiymiş dergi çıkarmak, bedavaya yazan birkaç tıfılı bulup sağa sola saldırtan kanaat önderi kesiliyormuş, Süleyman da önde gelenlerindenmiş bunların. Ün için yazmanın kötülüğünden bahsetmiş, Gürpınar, e, herkesin ün için yazdığını söylüyor. Neyin edebiyat olup olmadığı hakkında fikir beyan etmiş, Gürpınar, “Siz misiniz lan bu edebiyatın zaptiyesi?” diye çıkışıyor, icaz vermek bunların eline mi geçmiş ki romanların öldüğünü veya yaşadığını söylüyorlarmış, kimmiş bunlar yani. Acemi üslupçuların metinleriyle dolduran bunlarmış piyasayı, o zamanın kavramıyla “estetik edebiyat” taraftarlarından bahsedildiğini akılda tutalım, bir de kitaplarını öneriyorlarmış onların, büyük rezillik Gürpınar’a göre, asıl onlar katlediyorlarmış edebiyatı. Hem neden “millî bir roman” yokmuş dergide, telif metin, çünkü bedavaya taşıma su dönmüyormuş işte, kimse kalkıp da romanını Kadıköyü’nden, Ayestefanos’tan yollamıyormuş. Kiraya da vermişler köşelerini, dergide boş yerlere reklam alınacağını yazmışlar, kepazelik, sürekli sergi yeri olan boş çöplükler, meyhane saçakları kadar bile ilgi görmemiş o köşeler, en sonunda “enâyice bilmecelere” ayrılmış. Bir süre takip etmiş dergiyi yani Gürpınar, öyle bir kin. Yine sesini çıkarmazmış, sonuçta beğenmeyen beğenmezmiş romanını ama “baltayla harap etmeye yürüyen bir vahşiye karşı sessiz kalınmayacağını” ekliyor, bir kere ilk romanlara övgü, bu sonuncuya yergi, sanki ölülerden başka övecek bir şey bulamıyormuş Süleyman, edebî erdemleri ve cömertliği buna uygun değilmiş. Önceden de eleştiriler gelmiş ama yazara değil de yapıtaymış, baktığımızda Süleyman’ın bir iki herzesi var da asıl konu roman, Gürpınar biraz da kendi köpürtüyor meseleyi. Gibi görünüyor, kısa kısa iğneleyip geçebilirdi, geçmedi. Yolda mı okumuş romanı Süleyman, Gürpınar hemen lafı oradan çarpıp, hatta olmayan yerlerden de çarpıp üste çıkıyor, mesela yollarda okumak ciddi bir iş değilmiş, anlaşılmazmış okunan şey, dolayısıyla ciddiye alınmayan bir metne getirilen eleştiri de kıymetli değilmiş. Ne emekler harcamış yazar, ne bunalımlara girmiş çıkmış daha iyisini yazmak istediği için, akıl almazmış. “Ben Aksaray’daki evimde sinirsel acılarla kıvranırken, İkdâm yayım hakkı sahibi Ahmed Cevdet Bey ziyaretime gelir, beni bir döşekte ya da kanepe üzerinde solgun, halsiz uzanmış bulur, romanın acele olarak tamamlanması gerektiğinden söze girişir, tefrikaya bu kadar ara vermenin, roman okurlarını bekletmenin uygun olamayacağını anlatırdı. Birbirimize söylediğimiz sitemli bir kaç sözden sonra barışırdık. Başarımızın pek büyük olduğunu müjdeleyerek giderdi.” (s. 56) Böyle haso bir yazar Gürpınar, oysa Süleyman ne, “yalnız yapıtları değil, çatık, esmer yüzü, kalın dudakları, kaba, kısık sesine varıncaya kadar doğuştan gelen bütün kişiliği kederli ve iç karartıcı”. Kantarın topuzu iyice kaçıyor görüldüğü gibi, Süleyman’ın hayvanlığı mı kalıyor, köpekliğinden mi dem vurulmuyor, acayip. Hüseyin Rahmi’yi devirmenin anca daha iyi metinler yazarak gerçekleşeceğini söylüyor Gürpınar, kendinden üçüncü şahıs gibi bahsedenlere karşı ne hissediyorsak aynı şeyleri hissedebiliriz, karşısındaki “kirli bir mikrop” olduğuna göre neden bu kadar saldırgan Gürpınar, satır aralarından okunabilir. Hele Karacan’a söyledikleri, akıl alır şeyler değil. Okurun elinden öper, ben şöyle bir değinip bıraktım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!