Büyükbaba Pawel’i bir buğday tarlasında kıstırıp yakmışlar, büyükanne Josefa anlatıcı doğmadan bir ay önce ölmüş, adını anlatıcıya vermişler. Odasını toplamak, okula gitmek istemezse annesi büyükanneyi anlatırmış, hikâyesi ibretlik, yoksul olduğu için hayatının sonuna kadar üç çarpı çizerek imza atan kadına göre torun cennette yaşıyor. Oysa torun kıskanıyor büyükanneyi, imrendiği köylü kızının hayali capcanlı, yemyeşil bir çayırda koşup oynuyor. Lodz’dan Berlin’e taşınmış zamanında, dört çocuk, çocuklarına lahana pişiriyor durmadan. Büyükbaba okyanusun ötesine taşınmaktan başka bir şey düşünmezmiş, kaçıkmış, dört tarafından yakılan tarlada öldükten sonra ruhu toruna geçmiş. Büyükanne hikâyeye pek girmeyecek ilk bölümden sonra, büyükbaba da, anneyle Ida teyze de, öyleyse bu bölümü geri kalan bölümlere neyin bağladığını düşünelim, anlatının kalanı aydınlansın. İki mevzu var, ilki Josefa’nın hayalciliği, coşkusu, kontrol etmekte zorlandığı duyguları. Hayalcilik düşlerde ortaya çıkacak, Josefa birkaç düş sahnesinin acısıyla uyanacak da Christian’la ilişkisini darmadağın edecek yaşamı gibi, içe kapanıklığı yüzünden tepki göstermesi gereken yerlerde suskun kalacak, coşkusuna dair belli başlı bir olay yok, yaşamına yayılmış hal belki. Bulutlarda gördüğü şekiller, somutlaşan hayallerinin izi sokaklarda, kimseyle paylaşmadığı öz. Büyükannesinin yaşamına imrenmesini ikinci mevzuyla ilişkilendireceğim, Doğu Almanya’nın sunduğu hayattan memnun olacak kadar ne minnettardır ne de uysaldır Josefa, özellikle B.’ye gidip santralin mahvettiği doğayı, halkın canına okuyan tonlarca külü görünce mimlendiğine bakmadan sesini yükseltecek, bürokratları eleştirdiği makalesini çalıştığı gazetede yayımlatmaya çalışacaktır. Öncesinde okul arkadaşlarıyla takıştığı olmuştur, Parti’ye girmek istediği zaman dangalağın teki “arkadan bıçaklanmak istemediği için” karşı çıkacaktır ama kanunlara göre hakkı vardır Josefa’nın, Parti’ye katılır, tabii sicili bozulur. İkili bir işleyiş vardır, yaşamın her noktasında çelişkilerle karşılaşır Josefa, anlatının sonunda dendiği üzere -sürprizi bozacak burası, dileyen sonraki cümleye, marş- B.’deki santralin kapatılması için çalışmalar başlatılmış ve ruh sağlığı bozuk olarak görülen Josefa’nın Parti’den atılıp atılmayacağıyla ilgili kararın alınacağı toplantı tertiplenmiştir, ikinci olaya yol açan mesele yazının gazetede yer alması için Josefa’nın diretmesi de diretmese santral kapatılmayacaktı. Christian’ı ikiliğe katmak aşırı yoruma kaçabilir, kaçsın: on beş yıldan sonra ilk kez sevişirler, o yıllar içinde Josefa evlenip boşanmış, oğluyla ilgilenmiştir, gerçi oğlu da ailesinin geri kalanı gibi hemen hiç söz konusu olmayacaktır hikâyede, mesela Ida teyze neye var, yeğeninin bir başına yaşamasına ağlamaya, kaçan fırsatlara hayıflanmaya, evlenmemesine öfkelenmeye. Kadınların rejim içindeki konumuna, çalışma hayatındaki yerine dair bombalarını bırakırken teyzesinin yıllar boyunca yaşattığı suçluluğu da yok etmeye çalışacak Josefa, aslında bunu dert etmediğini görüyoruz ama Christian’a en çok ihtiyaç duyduğu anda yalnız kalmaya isyan edecek. Yazının iki versiyonunu da yazmasını söylemişti Christian, birinde makbul, diğerinde özgür olan Josefa’nın iki benliğini de sever gibi görünürken, eh, özgür yanını ortaya koyup bedelini ödeyen kadını onun güçlü haline tutkun olduğunu öne sürüp terk ediyor adeta, dostluğa nokta koyuyor. Ortak arkadaşlarını ziyarete gittiklerinde atak kişiliğinden ödün verdiğini işitmişti Josefa, B.’de karşılaştığı manzarayı bütün ayrıntılarıyla ortaya koyarak aslında benliğini diri tutmaya çalışıyordu, etrafında kimsenin kalmadığını görünce ikiliğin en derinlere sızdığını görüyor, aslında kayışı koparmasının sebebi de bu. Christian rejime uyum sağlamış, akademik çalışmalarını sürdürürken babasının çepere doğru sürüklenişinden aldığı dersle adımlarını temkinle atıyor, üstü örtülü olarak destekliyor uğraşında Josefa’yı, bilemiyorum, ikiyüzlülüğünü sergiliyor aslında. Tüketim alışkanlıklarını veriyor muydu Maron, hatırlamıyorum ama dikkatli bir okumayla açığa çıkar, hele şu bölümden sonra ortadadır artık. Neden buradan da bakmadıysam: “İki gömlek için çamaşır makinesi çalıştıran temizlik hastası kadınlar övgüye değer titizliklerinin bedelini kimin ödediğini neden bilmesinler? Azimli hobi bahçıvanları iyi gübrelenmiş güllerinin bedelinin kimin sağlığıyla ödendiğini neden düşünmesinler? Belki de bilmek isterler, belki o zaman daha dikkatli davranırlardı.” (s. 25) Kadın işçiler korkunç şartlarda çalışıyorlar ama sosyalist bir ülkede yaşıyorlar, önemli olan bu? Başta Christian olmak üzere kimsenin şikayeti yok bunlardan, en azından Josefina’nın çevresinde. Fabrika faslı, B.’deki ortam ayrı bir okumayı hak ediyor, dökülen santrali ayakta tutan Hodriwitzka gibi özverili işçilerin durumu üstlerine bildirmeyi bir an olsun düşünmemesi, sendika temsilcisinin de bildirebileceğini aklından bile geçirmemesi hatta gerekenin yapılıp santralin kapatılmasını hayal bile edememesi işçinin kanıksadıklarının sınırının olmadığını gösteriyor. Kapitalist ülkelere karşı yaşam pahasına çalışma, özgürleştirici türden. Röportajı hatırlıyor Josefa, ertesi hafta Hodriwitzka’nın saçma sapan bir trafik kazasında ölmesiyle birlikte güvenliğini düşünmemeye başlıyor artık, durumu tepeye bildirmek için mektup yazıyor. Kopma noktası. 1970’ler. Josefa otuzlu yaşlarının başında. Fabrikada işçi olarak çalışmak istemiyor, sevdiği işi yapmaya devam etmek için ne gerekiyorsa yapmayacak diğer yandan. Ödün verdiği yeter.
İş arkadaşlarının tutumları, orada başka hikâyeler var. Silsile halinde yayılan korku üstlere tırmandıkça Josefa’ya uygulanacak yaptırımlar kaygılandırmaya başlıyor insanları, öyle bir noktaya geliyorlar ki doğrudan kişiliğine saldırıyorlar, yıkmaya çalışıyorlar kadını. Luise ilk aşama, hemen her bir karakterle tartışma konusu aynı olsa da sorun farklı açılardan ele alınıyor, Luise’in tavrı: “‘Haklı olup olmadığını bilmiyorum. Bazı konularda haklı olduğun kesin. Ama ben olaya farklı bakmak zorundayım, anlıyor musun? Faşizmi bizzat yaşadım ben. Biliyorum, sizin kuşağın deneyimleri farklı. Sosyalizmin olumlu yönlerini geçmişle kıyaslayamıyorsunuz, çünkü öyle bir geçmiş yaşamadınız. Ama mükemmel bir düzleme sistemi diyorsun ya hani, sana şu kadarını söyleyeyim, ben çok daha beterini gördüm. Bizim buradaki düzenimiz benim şimdiye kadar yaşadığım en iyi şey.’” (s. 90) Bunda olduğu gibi birkaç safsata daha var Luise’in söylediklerinin devamında, Josefa ortaya çıkarmıyor zira haklı olmaya değil, destek görmeye ihtiyacı var ve kimse oralı değil. Bu ilk basamak. İkinci basamakta savaş zamanı hayatta kalmak için köpekleri öldürüp yemek zorunda kalan amirin makineden hallice mantığına çarpıyor Josefa, üstelik şikayet de ediliyor. Parti yetkililerinden birinin nazik uyarısı her şeyin bir anda düzelmeyeceğine dair, yani eleştirilere elbette çok önem veriyor yönetici tayfa, öneriler için ayrı bir kurumu dahi var devletin de tirajı 1 milyon olan gazeteye öyle bir makale yazmak, yayımlatmaya çalışmak, burada iyi niyet yok sanki. Bürokrasi de insanları yiyen bir canavar olarak dikiliyor, sonrasında Luise’in uzlaştırıcılığı işe yarayacak gibi görünüyor ama o mektuplar noktayı koyuyor, Josefa’nın istifası istenecek artık. İkinci bölümde anlatıcının değişmesini bir tür depersonalizasyona bağladım, başına gelenlerden sonra anlatıcılığı sürdürmek mümkün değil artık, zihnine yakın seslerden birine bırakıyor anlatmayı Josefa. İkili hayatların yaşandığı hastalıklı topluma uyum sağlamayı reddederek, bedeli büyük olsa da tutarsızlığa direnerek akıl sağlığını kurtarıyor aslında, çekeceği var ama huzurunu, dengesini bulacak er geç. Diye umdum, Maron’un sosyopolitik derinliği en belirgin romanını okumaktan keyif duydum. Alıntıyla bitireceğim, romanın özetidir: “‘En kötüsü de,’ dedi Josefa, ‘devrimi o kadar çok anlattılar ki bize, devrimsiz bir hayat tamamen anlamsız geliyor. Sonra da, sanki bize bir devrim kalmamış, Alman tarihinin bütün devrimleri gerçekleşmiş gibi yapıyorlar. Son devrim onlarınkiymiş gibi. Bize düşen de, ortalığı toplamak. Sizin devriminiz, kazanımların, başarıların korunması, diyorlar ve bizi müze bekçisi yapıyorlar. O zaman da can havliyle tarihe atıyorsun kendini, Jakobenlerin barikatlarına; bir Marat’yı oynuyorsun bir Robespierre’i, kesinlikle Robespierre’i ve devrimci rüzgârla öyle bir şişiyorsun ki, sonunda havalanıp uçuyorsun. Benden beklenen de, yüz seksen tonluk uçucu kül devrimini aklamak, temizlemek, sprey cilalarla parlatmak ve toplumu geleceğe taşıyan bilmem kaç beygirlik muazzam bir araç olarak gazetede göklere çıkarmak. Sonra da kuaföre gider, saçımı sarıya boyatırım, çünkü değişiklik yapmadan duramam.’” (s. 114)
Cevap yaz