Dilden, edebiyattan yapay zekâya zarif geçişler, Arslantunalı denemenin kuğusu adeta, kuğusu. Üslupçu bir kere, bilgisayar teknolojisinin gelişimini anlatırken araya espri şorlatır, kendini tekrarlayan yapıdan bahsederken dipnot içine dipnot yerleştirir, içeriği biçimsel olarak da örnekler yani. Ele aldığı konular kısa sürede eskiyecek, daha doğrusu bilimsel gelişmelerle değişebilecek veya altta kalabilecek konular ama yazıların yazıldığı 90’lı yılları düşününce Arslantunalı’nın sıkı bir literatür takipçisi olduğunu görebiliyoruz, zamanının güncel gelişmelerini takip etmiş, gelecekteki seyri de iyi kötü belirlemiş ki çok uzağa düşmüyor şimdiden bakınca, çağdaşı Batılı bilim insanları kadar hakim alana, üstelik şaşırtıcı derecede. Çince çeviri örneğini irdelemesinden bakabiliriz, şimdi bakmaya üşendim de yetkili bir abinin eğretilemesi: diyelim bir odadayız, elimizde Çince bir metin var, dilimize çevireceğiz. Çince bilmediğimiz için çeviremeyiz ama biri bize kapı altından Çince sözlük atsa, daha doğrusu dilin gramerini şuyunu buyunu açıklayan bir kaynak ateşlese o metni çeviririz Çince bilmeden. De, yapay zekâ olduğumuz malum, veri yüklenmese o işlemi yapamayacak olmamız insan beyninin yetilerinin oluşturulmadığını mı gösterir? Belki de tam olarak budur yapay zekâ, düz zekâ da dışarıdan bilgi alıp işlem yapabildiğine göre arada bir fark yoktur. Vardır. Farklı açılardan irdelenebilir bu, Arslantunalı kendi yorumlarını da katarak açıyor mevzuyu. Kurzweil’ın fikrince bilincin henüz çözülemeyen gizemini çözmek gerekmiyor insansı zekâyı üretebilmek için, fiziksel özellikleri oluşturmak yeterli, tersine mühendislik. Arslantunalı zihnin yapısını, işlevlerini dilin doğasıyla bir denkler, ağzınız açık okursunuz, primatlardan farkımıza geldiğinde yalan ve dedikodu soyut düşünme yeteneğini geliştiren sosyal aygıtlar olarak karşımıza çıkar, insan dışındaki hayvanların diliyle insanın dili arasında bunun gibi pek çok ayrım zihnin dinamiklerini açıklar. “Hoş, kimi otoriteler de, yapılan deneylerin maymunlardaki dil yetisinden çok araştırmacılardaki engin hayal gücünü ortaya koyduğunu söylüyorlar. Olabilir. Deneylerin kesinleştirdiği bir şey varsa, o da şu: Konuşma dili gibi eşsiz, olağandışı bir armağanla ödüllendirilmiş değiliz biz; özel koşulların ürünü, ilkel biçimleri öbür memelilerde de görülen bir dil yetisine sahibiz sadece.” (s. 53) Bu yeti gelişirken avlarda çok insan mortlamış, kolektif işlerin yürümesi sağlanana kadar sosyal ve zihinsel gelişim aşırı yavaş ilerlemiştir, Arslantunalı’ya göre çay içerken sohbet etmeye gelene kadar ne bedeller ödenmiştir. Çok. Kültürel evrimle biyolojik evrimi de kıyaslıyor yazar, ikisini ayıramayacağımızı söylüyor, insanın doğaya egemen olmasıyla biyolojik evrimin çoktan aşıldığını kastedenler aradaki uçurumu insanın doğadan kopmasıyla birlikte düşünüyorlar ama kültürel evrim biyolojik evrimden doğmuş da hız kazanmış, şimdilerde beton kutular içinde, yırtıcıların şiddetinden uzakta yaşamamızı sağlaması diğer evrim türünü alt ettiğini göstermiyor. Biyolojik evrim sürüyor, teknolojiyle birlikte çizgisinden çıkarak bambaşka yerlere gidiyor üstelik, Kurzweil ve Tegmark’ın söylediği gibi bu et ve kemikten ibaret hapishaneden zihni kurtardığımız zaman köküne kibrit suyu dökülecek belki. Biyolojiyi, evrimi tekrar tanımlamak zorunda kalacağımız başka formlar ortaya çıkar, çıkmaz, bilmiyorum, çok ilginç şeylerin şafağını izliyoruz ama. Çocukluğun Sonu‘nda ne bomba kurmuştu bu mevzuyu Clarke, insanın varlığını toptan değiştirecek buluşlara imza atan bilim insanlarının bazıları etik kaygılara boğulurken bazıları dümdüz ileri bakıyor, geride kalanlar ölürken enerjiye dönüşmeyi kabul edenler dünyadan ayrılıyor, insanın çocukluğu böyle bitiyordu. Bu roman için mükemmel isim, dört dörtlük konu. Buradan mesela, “Kültür Üzerine Çeşitlemeler”le biyolojik ilerlemeyi tamamen geri plana atıp kültürün evrimine, şehirciliğe, taşralıyla kentlinin boğuşmasına bir bağlıyor Arslantunalı, şahane. Şöyle özetleyebilirim görüşlerini: 70’lerde hepimiz köylüydük, çoğunluğun itkisiyle şehirlerin köyleşmesine izin veren devlete, arabesk müziğe karşı nostaljik bir kent sevdası fişekleniyor ama kimin kentiydi o, göç edip yerleşenin olmadığı kesin, modernleşmeyle kurulan şehirler tepeden indiyse herkes köylü. “Türkiye’de kültürün sınıfsal çizgileri netleşmemişken, burjuvalar kendilerine özgü incelmiş/seyreltilmiş bir kültür yaratma derdine henüz düşmemişken, bir kesim aydınımız bu kez onlar adına, onlar hesabına bir ‘kent kültürü’ yaratma misyonunu yüklendiler sanki. Üç beş kişi, ya da belli bir grup değil; Baylan’lı, Markiz’li tatlı hatıra düşkünlerinden, köylü kızlarımızın piyanoda Chopin çalacağı zamanları özleyen ‘fantezi’ yazarlara kadar, çok geniş bir yelpaze söz konusu…” (s. 72) İstanbul’da doğup büyüdüm ama benim kültürel hafızamda eskinin kimlik mekânları yok, sınıfsal hafızamda zaten hiç yok, neyi muhafaza etmem gerektiğine dair tereddütlerim var bu yüzden. Neye karşı çıkmam gerektiğini biliyorum ama.
Çok mesele var da yazıyla ilgili olanlarla bitireyim, “Dinozorlar ile Su Pericikleri” bu açıdan iyi denemedir, dergicilikten denemenin doğasına uzanır, türler arasındaki nifakları kaldırır. Kalıcılık önce, dergilerin belli bir havası, meyli vardır ama kitaplar yazarın çizgisini yansıtır doğrudan, bu sebeple kitapların daha pek, daha korunaklı olduğu söylenebilir zira derginin görece dağınıklığına karşın kitap bir arada kalmaya, kalmaya devam edecektir. Kitabın sabiti? Tek bir öznellik mi, özellikle deneme kitabında nedir, denemecinin kurduğu ayrı dünyanın, öznelle nesnelin tokuşmasından doğanın varlığını korumasıdır, her çağın insanına seslenmesidir, kalıcılıktan kasıt aslında bu. Deneme diye belli bir tür de yok aslında, denemeler var, onca denemeciyi ortak paydada toplamak ancak denemeyi, yazıyı demek daha doğru belki, kendine doğru esnetenlerle mümkün. Ataç’ın “ben’i” öyle buyurur, gönül oraya eser de Ataç yazısını oradan yazmaya başlar, kendinden şüphe eder, kendinden acayip emindir, sonuçta ortada Ataç ve Ataç’ın bahsettiği mevzu vardır, Ataç’ın zihninden patır kütür geçtikten sonra. Olanakları sonsuz, sınırları belirsizdir denemenin, bu nedenle kurmacaya girip çıktığı çoktur. Gerçi kurmacadan çok uzağa düştüğünü söylemek zor, metin bilinçlidir çünkü, kendi istikametini belirler, anlatıcının sesi bütün bunları hem takip eder hem kurgular. “Yazmak da, okumak da birer oyundur ve bu çok karmaşık oyunlar bile, -başka ne işlev görürlerse görsünler- kişilere neşeyle yaşama sevinci, daha çok oynama isteği vermelidir.” (s. 10) Deneme süper bir oyundur, her numara vardır onda, nesnelliğin buz soğuğundan cıvıklığın sırıtışına her tonu taşıyabilir, hayal gücüyle sınırlıdır. Eksiltmeyse yazmak, yani onca olasılığın tercihlerle teker teker elendiği bir azaltma uğraşıysa deneme bu işin tam ortasında yer alır, mümkün yazıların en iyisi. Öyledir, iyi bir denemenin sunduğu dünya tipik kurmacalarınkine eştir. Sonsuzluktan azlığa tepetaklak bakış, deneme tam olarak bu. Ayarlısı çoktur ama bir de salmışsa üstünü başını, kılıktan kılığa girer. Alıntıyla bitiriyorum, neliği biraz daha belli olsun: “Yazmak, her şeyden önce bir seçme ve ayıklama işi olmalı. Yoksa sözcükleri ardarda dizmek, yazdıkça yazmak, yazmak… değil. Bir hikâye düzmenin, bir düşünceyi dile getirmenin her zaman binlerce farklı yolu bulunabilir: Bu yolları deniyorsunuz, çıkmaz sokaklardan geri dönüp bildik caddelere sapıyorsunuz, kimi sapaklara hiç uğramıyor, kimileri üzerie adım hesabı yaparak ilerliyorsunuz…” (s. 247) Sonradan baktığımda bütün öykülerimi değiştirmek, paragrafların aralarına bir şeyler sokuşturmak istedim, değiştirmek istedim çoğu şeyi de çıkarmayı neden istemedim diye düşünüyorum, üstelik Bülent Ayyıldız gibi düşünüyorum: bazı fazlalıklar olduğunu söylemişti bir yerde. Sanırım her sözcüğün yazıldığı ânı taşımasından, yani anları yitirmemek için öykünün niteliğinden geçerim. Öykü, metin sadece metin değil, okurun bunu umursayıp umursamaması yazarın umurunda olmayabilir. Yazına dahildir bu, dahil olmalı. Metin yaşıyor.
Cevap yaz