El yazması tekniği. Teknolojinin yardımıyla günümüze uyarlanmış hali tabii. Muhabirin tekine e-posta geliyor, Frank McCray nam kişinin iddiasına göre Rainier Dağı’nın volkanik gümlemesinden sonra ortalığın battığı sıra -keskin nişancının teki gelene geçene sıkmaya başlar, King’in öyküsüne gönderme belki, dağdan akan eriyik Tacoma’yı haritadan siler resmen, devletin tüm kademeleri kafası kesik tavuğa döner- Greenloop adlı yeşil teknolojili kasabayı Kocaayaklar basmış, katliam yapmıştır, bunu kız kardeşi Kate Holland’ın günlüğünden ve bölgeye ilk varan kurtarma ekibinden Josephine Schell’in tanıklığından bilen Frank yardım ister. Hikâyenin anlatılması lazım, efsanenin gerçek olduğunu bütün dünya bilmeli. Gerçi devletin turizm geliri sağlamak için durumu afişe edeceği kesindir, yine de tam olarak ne yaşandığını bilmeye hakkı vardır herkesin. Muhabir zaten efsanelere saygı duyar, çocukluğuna daha bir saygı duyar, inanmaya dünden razıdır Frank’in anlattıklarına. Gidip bilirkişilerle, yetkili abilerle röportaj da yapar, Kate’in günlüğünü olduğu gibi yayımlamaz da aralara serpiştirir bu röportajları. Brooks’un pop korkusunun niteliğini yükseltir bu bölümler, hani bir felaket yaşansa devletin ne ölçüde aciz kalacağının öngörüsü de vardır, teknolojiye boğulmuş insanların doğayla hemhal olma hallerinin tırtlığına dair eleştiriler de vardır, muhtelif. Özetleyeyim, sismik hareketleri inceleyen hedenin ödeneği kesilince patlamayı erkenden haber verecek uyarı sistemi devre dışı kalır, bunun gibi kesintiler yahut kamu işlerini şirketlere havale etmeler yüzünden rezillikler yaşanacaktır ki yaşanmaktadır, İngiltere’de sosyal yardımla yaşayan, çalışamayacak durumdaki insanların denetlenmesi özel sektöre devredilince engellilere “her işi yapabilir, köpek gibi çalışır” raporu verilmiştir falan da infial yaratmıştır bu durum, benzerleri bütün dünyanın başına beladır. Dağ gümlemese sorun yok, dünyanın devinimi nadiren arıza çıkardığına göre birkaç bin insanın ölümü için onca harcama gereksiz. Diğer yanda Oded Galor’un ipliğini pazara çıkardığı tayfa var, daha niş bir tüketim yöntemiyle geri dönüşümü artırdığı ölçüde karbon salınımını da artıran yüksek teknoloji manyakları var, yeni bir yaşam modeli olarak tamamen kapalı bir sistem oluşturan, Greenloop’un mimarı Tony’ye göre halihazırda mevcut sömürü sistemini geri dönüşümle sürdürmek de mümkün, ikisi birbirini dışlamak zorunda değil. Sonuçta kuş uçmaz bir yerde kurulan kasabada tek bir çivi bile bulunmayacak, besin dışarıdan gelecek, gerekirse insan gücünü de sermayenin geliştirdiği organizasyon sağlar bir iki tıklamayla, tamam. Dış mihraklar işin içine girdi mi bütün sistemin çökmesi dışında sorun yok, yerin altına döşenen kablolar cortlayınca internet kesiliyor, drone uçurulmasına izin verilmiyor çünkü dağda mahsur kalanları kurtaran helikopterlerden birine dron çarpmış, ölmüş herkes, gıda kısıtlı, bir süre dayanılırsa atlatılabilecek doğal afetin bu tür bir yapılanma için son derece yıkıcı olabileceğini görüyoruz. Brooks sağlam giydiriyor bu bölümlerde, optimist avanakların kötü senaryolar için hiçbir önlem almadıklarını, her şeyin yolunda gideceğini düşünmekten başka pek bir şey yapmadıklarını söylüyor, gerçekten de böylesi yenilikçi bir kasabada depolar bulunabilirdi her ihtimale karşı, silaha lüzum yok da aktif fayların kımış kımış dolandığı bir coğrafyada düşünülmesi gerekirdi. Biraz paranoya iyidir, Tony gibi olmamak lazım. En erken o ve eşi çöküyorlar zaten, ahmak Kate başlarda Tony’nin başarısından, özgüveninden oldukça etkilenip pırpıra dönse de çarka çomak girince adamın geçirdiği değişim uyandırıyor düşlerden. Başlarda arabasıyla kaçmaya çalışıyor, eriyik yüzünden zortlamış halde geri dönünce eve kapanıyor bu kez, son âna kadar ortaya çıkmıyorlar. Yvette her gün seher vakti yoga dersleri veriyor, huzurlu yaşamın gurusu olarak etrafına sakinlik saçıyor. Tipleştirmek ne kadar doğru tartışılır, anlatıda durumları bu. Daha Kocaayak tayfası ortaya çıkmamış üstelik, emareler var sade, bu ne yaman çöküştür. Son savaştan önce bunların evine giren ekip ortalığın boka battığını fark edince dehşete düşüyor, bunlar içeride altlarına mı sıçmamışlar, yağlı kepekli kafalarını koltuklara mı sürtmemişler de yastıkları kahverengi etmemişler, manzara korkunç. Aşırı korkunç, çok aşırı. Romanın sorunu bu aşırılık aslında, aşırı mesaj, aşırı dönüşüm, aşırı aptallık. Hikâyeyi berbat eden bu, iyi işlense korkudan mahvolurduk da şu hali Marslı‘dan hallice. Zaten bir yerde adını vermeden geçiriyor Brooks malum metni, saygı duruşu gibi bir şey. Neden, orada uzun uzun anlatılan eylemlere burada da rastlıyoruz, hani patates yetiştirmek için onca zahmete girmek anlaşılır, bir ölçüde okunur da, gerçi ben daha çeyreğine gelmeden bıkmıştım romandan da olsun öyle, eh, üfürükten silahların hazırlanmasını sayfalar boyunca okumak istemiyorum yahu. Terapistine yazıyor bir de Kate, günlük gibi bir şey tutuyor da dönüşte teslim edecek: “Yapılması gereken kişisel mızrakların sayısı bir hayli fazla. Temelde Mostar’ın tasarımını takip etsek de küçük bir değişiklik yaptım. Bir sürgü, koruyucu veya adına ne demek istersen. On santim uzunluğunda ve on sentten biraz daha ince. Sondan ikinci bağlantı noktasının hemen üzerine bir delik açıp bir tanesini yatay bir şekilde soktum. Biraz yapıştırıcı yerinde tutmaya yetiyor gibi görünüyor, umarım bu mızrağın fazla derine gitmesine engel olacaktır.” (s. 289) Birkaç sorun var burada, öncelikle bitmek bilmeyen bir detaylandırmaya lüzum? Eh, gerginlikten ötürü diyelim de hep aynı şiddette geriliyor Kate ki her kayıt aynı sese, tempoya sahip. İkinci mevzu, hatırladığı kadar yazdığını söylüyor, kalemi bırakacağını çünkü uykusunun geldiğini ekliyor, anlatılan zamanla anlatı zamanı birbirine çok yakın yani. Ey, diyalogları olduğu gibi vermek? Bilemiyorum, bu yöntem bilinci, hafızayı her şeyin önüne koyduğu için gitgelli bir anlatı yapısı daha mantıklı olurdu. Olamadı, bunu Frank McCray’in yazdığı uydurma bir metin olarak görürsek olur, muhabirin aralara kattığı verileri söyleyenler için bir şey gerekmiyor zaten.
O kadar sinir bozucu, o kadar kötü ki sona bıraktım, azıcık anlatıp bitireyim. Kate ve eşi Dan malum kasabaya taşınıyorlar, etraflarında yeni bir hayata başlamanın heyecanını duyan dallamalar var. Mostar hariç hiçbirinin adını anmayacağım, ölümlerinden bile etkilenmeyeceğimiz kadar kartondan karakterler bunlar, Brooks ne derinleştirmeyi biliyor ne farklılaştırmayı. Dan’le sorun yaşıyor Kate, adamın girişimciliği henüz beş para etmediği için sıkıntı büyük, bu yüzden biraz Tony’ye kayıyor ama o da nesi, Mostar’ın muazzam fişteklemeleri ve Kocaayak tehlikesinin belirmesi Dan’i sünepe olmaktan çıkarıyor, Dan bir anda kişilik değiştiriyor, Dan eşinin gözünde “adam oluyor”. Mostar’ı akıl hastası olarak görebiliriz, insanlara höyt höyt davranmasını memleketindeki savaştan kaçabilmesine nasıl bağlarız bilmem ama hayatta kalma yeteneklerinin tavan yapması Mostar’daki çatışmalardan sağ çıkmasından kaynaklı. Yaratıklar mekânı bastıkları zaman bütün meziyetini ortaya dökecek Mostar, patates de ektirecek, mızrak da yaptıracak. Sonra insansılar yaklaşacaklar yavaş yavaş, davranış örüntülerini röportajlardan öğreneceğiz, hatta Bering’den geçişlerine dair teorileri bile oradan edineceğiz, Brooks bilimsel zemini kurmada becerikli. De, işte, Marslı da böyle, sırf bir yana dayandı mı ümüğe çöküyor. Brooks kafaları da patlatıyor, kemikleri de çatlatıyor, gore seviyesi makul de, ya o King’in gayet normal bir şeymiş gibi anlattığı sahneler vardır ya, hani metin uyuşturulmuştur, ağırdır da karakterin kafasını ansızın tutan koca el yumurta kırar sanki, öyle bir sesin duyulduğu söylenir, bu kontrasttan doğan dehşet de yok, karakterlerle yakınlık kurabileceğimiz ögeler de yok. Hikâye anlatımı iyi, arka plan iyi, asıl önemli olan şey yok bu romanda: korku. Üç beş koca maymun kasaba bastı, birilerinin vücudunu hulahopa çevirdi diye korkmam gerekiyorsa, yok. Kapaktaki hayvan da yok hikâyede, insandan biraz daha uzunlar, parmakları insan bileği kadar, pay biçin.
Sinemaya uyarlanıyormuş şimdi, onu da izleyelim. Çoğu açıdan başarısız bu.
Cevap yaz