Yol diye bir şey zaten kalmamış, kâgir yapıların arasından dolanıp tırmanıyoruz tepeyi, maçetelerimiz olsa otu çalıyı biçip öyle yürüyeceğiz. Mağaralar varmış, girdik, vahşi hayvanlar belki bin yıldır girmemiştir ama yüz yıl önce oralarda gizlenen, belki yalnızlıktan keyif alan çocukların izini aradık desem neyin izi, neyin romantizmi saçma sapan, duvarlara isimlerini yazmışlar dallama insanlar. Biraz daha tırmanınca gözetleme binasına vardık. Köy kaybolur bir süre sonra, oradan bakınca gri noktalar az, belli ki evler muhafaza da edilmiyor. Diğer tarafta deniz var, iki saat yürürsek ulaşırmışız sahile, yürüyüşçülerin ağaçlara, kayalara çizdikleri oklar olmasa nereye gittiğini bilemeyecek insan. Karşıki tepede, çok daha yukarıda bir bina daha var, çatısına adamın biri çıkmış, denize bakıyor. El salladık, görmedi. Köye mal indirirlermiş sahilden, herkes alacağını aldıktan sonra kalanlar doğruca Fethiye’ye. Aklım almadı, öyle yakın falan değil, arabayla yarım saatlik mesafe, o zahmete değecek ne geliyordu? Gelenin işlenmiş hali önemli, Kayaköy’de her türden zanaatkâr varmış bir zamanlar, kunduracısından bakırcısına. Müslümanlar zanaatla uğraşmanın günah mı, düşük insan işi mi, bir şey olduğunu düşünüp satın alırlarmış sadece, bu yüzden zorunlu göçten sonra şehrin ayakkabısız kaldığını anlatıyor Melih Cevdet Anday, Rumların gündelik yaşam için ne kadar önemli olduklarının yokluklarında anlaşıldığını söylüyor. Kitabı okuyalı üç yıl mı ne oldu, ben Kayaköy’e iki ay önce gittim, Anday’la aynı köye gittiğimizi düşünseydim o güzel denemeyi bir kez daha okurdum ama dün düştü jeton, çok geç. Aladağ’ın metnini okurken kıvılcım çaktı da, işte, şehri besleyen köyün taş binaları tekrar canlandı, kitaptaki fotoğrafların hüzünlü insanları o evlere yerleşti, benim de metroda gözlerim doldu. Aladağ ilk bölümde Muğla’dan göç eden Rumların hikâyesini kupkuru anlatmış, özeti: Emanuil’i sürüyorlar tey Kayseri’ye, ailenin babası olmayınca Andonia bütün işleri devralıp elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, Türkler de çoğun yardımcı oluyorlar ama aralarında erkekleri Doğu’ya sürülen kadınları rahat bırakmayanlar var, olaylar patlak verince Maria nam bir kadın eline baltasını alıp yüksekçe bir yere çıkıyor, bir dahakine kafaları keseceğini haykırıyor Muğlalılara. Aladağ da Anday da barıştan, kardeşlikten bahsediyorlar sıklıkla, olumsuzluklar nadir. Andonia’nın babası bölgenin en ünlü mimarı olduğu için kışlasından evine yapmadığı bina yok, Türklerle araları çok iyi. “Kısacası babası çok tanınmış bir insandı. O nedenle korkmuyordu Türklerden. Çünkü onlardan hiç düşmanlık görmemişti. Aksine çok dosttular. Hep davet ederlerdi. Yer içer eğlenirlerdi, beraberce. Hele yaz geldi mi, Türkler yaylaya göçerler ve Andoniaları da çağırırlardı. Hacı Kadı’nın konağında kalırlardı.” (s. 10) Anday da Anadolu’da ve Sosyalist Ülkelerde nam kitabında anlatıyor, oruç tutulduğu zaman Rumlar da eşlik eder, iftarda bir araya gelirlermiş, oruç tutmayanlar Rum köylerine çıkıp yer içer, sohbet ederlermiş, kimse kimsenin işine gücüne, inancına erincine karışmazmış. Aslında yine yırtarlarmış ama Lozan darbe indirmiş resmen, bölgenin en güçlü adamı Giritli Mutasarrıf Etem Bey bile kurtaramamış Rumları, göç başlamış. Türkler ikiye ayrılmış o noktada, kardeşlerinin mallarına çok ucuza çökenlerden başka evlerini kaybeden insanların malına mülküne konmayı onursuzluk sayanlar olmuş, bu ikinciler kardeşleri bir gün geri dönecekler diye evleri emanet alıp yıllar boyunca bakımını yapmışlar, beklemişler, beklemişler. 1922’de yolculuk başlamış, önce Marmaris’e, oradan gemilerle adalara, sonra neresi gösterildiyse. Göçenlerin %20’si korkunç şartlar yüzünden ilk yıl ölmüş, geri kalanı Anadolu’ya en çok benzeyen yerlerde iskan edilmişler ve Yunan ekonomisini toparlamışlar resmen. Aladağ göçü anlatmıyor sadece, 1922’den önce göçen varlıklı Rumların üst sınıf olarak Yunanistan’da yer bulma çabalarıyla birlikte sonraki dalganın neredeyse tamamını oluşturan işçi sınıfının Yunan ekonomisini nasıl dirilttiğini istatistiklerle açıklıyor. İşin ekonomik boyutu bir yana, sosyal zenginliği kaybettiğimize daha çok üzülüyorum ben, o insanlar giderken renklerini de götürdüler. Elbiselerini paçavraya çevirdiler mesela, yüzlerini gözlerini çamurla buladılar ki kadınlara sataşan olmasın, ikonalarını bebeklerin kundaklarına koydular ki çalınmasın. Döneceklerine öylesine inanıyorlardı ki yemeklerini ocaktan almamışlar bile, yaşlı kadınlar çiçekleri sulayıp öyle yola çıkmak istemişler çünkü dönene kadar kururmuş gözü gibi baktıkları çiçekler. Kısa süre önce Datça’ya gönderilen erkek grubunun bir süre sonra “serbest bırakılması” umut vermiş insanlara, oysa Datça’nın iklimine uyum sağlayamayan Rumlar birer birer ölmeye başlayınca vazgeçmişler onları göçürmekten, olay bu. Yolda saldırıya uğrayacakları haberi geldiğinde bizimkiler çok korkmuşlar ama yolda başlarına hiçbir şey gelmemiş, jandarma eşlik ediyormuş kafileye, yine de ufak tefek sarkmalar olmuş da itiş kakış, sıkıntı çıkmış biraz. Oydu buydu, Atina’ya varmışlar, nüfuzlu bir tanıdık aracılığıyla Emanuil’in izi Kayseri’de bulunmuş, para yedirip onu da getirince geride vatanları kalmış bir. “Bugün hiçbiri yaşamıyor artık. Fakat ruhları Muğla’nın Saburhane sokaklarında dolaşıyor. Eğer bir gün yolunuz oralara düşerse, onların ağlamalarını duyarsınız.” (s. 25)
1994’te Rodos’a gitmiş Aladağ, göçen Rumların bir kısmının hatıraları o güne varabilmişse toplamak için. Atina gezisinde de aynı havayı bulacak: Egeli, Akdenizli Rumlar vatanlarını yaşatmak için Muğla’nın adını vermişler Rodos’un bir bölgesine, alışkanlıklarını sürdürmüşler, yaşlıların çoğu Türkçe biliyor ve gördükleri Türkleri yaşlı gözlerle, sevinçle karşılıyorlarmış. Kimine göre Atatürk’le Venizelos en kötüsünü yapmışlar, kimine göreyse Bosna vakası yaşanırmış er geç, en iyisi olmuş. Bağ hiç kopmamış, görüş ne olursa olsun. “Türkçeyi biliyorlardı ve hâlâ Türk pasaportu taşıyorlardı. Yani hâlâ Türk tebasındaydılar. Türk pasaportuyla Avrupa’da çok zorluk çekiyorlarmış, ancak, bir türlü değiştirmeye de gönülleri razı olmuyormuş. İçimiz bir tuhaf olur diyorlar. Ölene dek değiştirmeyeceklerini de ekliyorlar. Zozo, Avrupa’daki bir sorun yüzünden Yunan tebasına geçmiş, ancak bu durumdan rahatsız.” (s. 31) Aladağ kimi anlatıyorsa memleketin başka bir köşesini aydınlatıyor adeta, Niko’nun istanbul’daki kahvesi, başkasının Kapadokya’daki bahçesi, Paşalidis’in halıcılık yaptığı dükkân, ucu bucağı yok mekânların. Bir Muğla’ya dair bilgi az, doğrudan anakaraya yollandıkları için belki. Küçük adalara yerleşenler varsa da Pire başta olmak üzere pek çok bölgeye yerleştirilmişler, Yunan devleti özel bir fon oluşturarak pek çok konut inşa etmiş, tarım arazisi vermiş, böylece göçerlik son bulmuş ama herkes için değil. Kimileri geldikleri yerlerin izlerini bulamayınca yer değiştirmek istemişler, siyasi tartışmalar ayyuka çıkınca orduyla muhacirler karşı karşıya gelmiş birkaç kez, küçük çaplı iç karışıklıklar çözülene kadar huzur bulamamış bir kısım göçmen. Gidip yerinde dinlemiş hikâyeleri Aladağ, sonra Muğla’da yaşlıları dinleyip Rumların yaşamları hakkında bilgi edinmiş. Fotoğraflardan anlaşıldığı üzere o zamanlar o topraklarda herkes nasıl yaşıyor, giyiniyor, yiyor içiyorsa onlar da aynı, başka nasıl olacak. Buğday tenli insanlar. Pazarları tütsüleriyle kiliselerine gidiyorlar. Balık yemeyi çok seviyorlar, yarım ekmeğe koydukları balıkları bir öğünlük yemek. Hamamda hep beraber dans ediyorlar, kadın erkek ayrımı yok, Türkler “cavurların” nasıl dip dibe oynadıklarını şaşkınlıkla anlatıyorlar birbirlerine. Rumlar çok çalışkan, değirmenleri bereket saçıyor, imamlar halka “değirmencilik, yapıcılık, kireççilik haram” dedikleri için işler tamamen Rumlara kalmış da mamur edivermişler ortalığı, gözleri kamaştırmışlar.
Hüzünlü hikâyeler. Aladağ arşivlik bir metin çıkarmış ortaya.
Cevap yaz