Larry Collins & Dominique Lapierre – Yasımı Tutacaksın

Metnin roman olmaması bir yana, roman niteliğini ön plana alıp okursak aksamalar keyif kaçırır. Ellis’in bir metninde kandan önümüzü göremeyiz, kesme biçme işlemleri sayesinde insan anatomisi hakkında malumat ediniriz ve Huey Lewis’le ilgili sayfalar dolusu müzik eleştirisini okuruz, hiç de yadırgamayız, yazar niyetini belli edip okurun iştirakini sağlayacak kadar ikna edici olduysa tamam. Metnin yazarları “Teşekkür” bölümünde, anlatının merkezindeki Manolo dahil, görüştükleri herkese teşekkür ediyorlar, anlatıda kullanılan bir teknik, oyun değil bu, dolayısıyla ikna ediciliğin biçimi baştan belirleniyor, üstelik okur ne okuduğuna dair bilgilendiriliyor, dolayısıyla inancın askısı boş. Bu metne biyografik roman denebilir belki, o da biyografik niteliklerin daha baskın olduğunu gördükten sonra tavsar, tam bir oturmaz, en iyisi romansı biyografi demek. Bu durumda tarih derslerinin yer aldığı bölümler biyografinin sınırlarını zorluyor tabii, metni şalala bir roman formuna yaklaştırıyor. Cürettir yani, İspanya İç Savaşı’nın başlangıcını en ince detaylarına varana dek romana sokmak yapıyı zorlar, biyografiye cuk oturmaz diğer yandan. Bilemiyorum, ara bir form diyesim var buna. Gerçeğe olabildiğince yaslanan kurmaca. Tanıklıklarına yer verilen insanlar/karakterler kendi seslerini tırnak içinde duyururlar, sonra esas anlatıcının sesiyle devam eder hikâye, araya mektuplar girer, afişler ve sloganlar görünüp kaybolur, konuşan insanların sesleri birbirinden farklıdır, bu durum iyi bir kurmaca ögesi ve sıradan bir tarihî anlatım olarak değerlendirilebilir. Sonucu okurun niyeti belirleyecek, benim belli bir türe sokasım yok bu metni. Roman okuyacağını düşünenler pek tatmin olmayabilirler, zaten tarih metni değil bu, paşa keyfimiz bilecek sonuçta. Manolo’nun yaşamına bakalım biz, mesele o. Metin 1968’de basılmış, Franco’nun tepetaklak olmasına az var. 1930’lardan beri ülkeyi köhnemiş yapılarla yöneten Franco dünyanın değişimine ayak uydurmadığı için yükselen protesto dalgalarına engel olamıyor, tutuklanan öğrencilerin yerini hemen arkadaşları dolduruyorlar, televizyon Pireneler’in ötesindeki dünyayı İspanya’ya taşıyarak otuz yıldır yalıtılmış durumda yaşayan insanların başka yaşamları hayal etmesine yol açıyor ve en önemlisi koca ülke sefaletle boğuşuyor, kuraklıklar yüzünden binlerce insanın ölmesi son nokta. IMF’ye başvuran Franco ülkesini dünyanın geri kalanına açmak zorunda kalıyor nihayet, ülkeye beyaz eşyalar ve turistler yağıyor. Uyum zaman alıyor biraz, bikiniyle gezen turistlere İspanyol rahibeler lanet ediyorlar, birkaç turist tutuklanıyor, sonra her şey yavaş yavaş kanıksanıyor ve İspanya Avrupa’nın bir parçası haline geliyor. Sonun başlangıcındayız biz, Manolo’nun son gösterisine çıkmadan önceki hallerini görüyoruz, menajeri ve arenadaki yardımcıları kendi kaygılarını yaşıyorlar, onlara ayrılan bölümlerde kişisel tarihlerine göz atma şansımız var. Boğa güreşleriyle ilgili derya deniz bilgi var metinde, mevzunun doğuşu kısaca anlatıldıktan sonra pikadoru, matadoru, boğası, ne varsa tarihsel önemiyle birlikte 1960’lardaki anlamına da değiniliyor, bir boğayı öldürmenin en iyi yolunun küçücük bir bölgeye aniden sokulan kılıcın açtığı yara olduğu anlatılırken cız ediyor içimiz, bu etkinliklerin durdurulması söz konusuydu ama olmadı galiba, boğa güreşlerinin İspanya için ne kadar önemli olduğunu gördükten sonra durdurmanın pek de mümkün olmadığını düşündüm. 1800’lerin sonundan itibaren İspanya’nın yoksul çocukları kendilerine bir şans verilmesi için menajerlerin ve çiftliklerin kapısında yatıp aç karnına uzun yolculuklara çıkıyorlar, şehirlerde helak olup gidenler çoğunluktaysa da bazılarının yüzüne şans gülüyor ve yerel arenalara çıkabiliyorlar, tabii ölüm bu kez onları arenalarda yakalıyor. Boğaların boynuzlarının kısaltıldığını görüyoruz, Manolo’yu meşhur eden ilk menajer bu işi ustalıkla ayarlayıp cezalardan yırtıyor ama hayvanlar hâlâ çok tehlikeli, bedene saplanan bir boynuza bakar. Eskiden arenalarda doktor da yok, anestezi hak getire, yoksul İspanya’da ilaç bulmak bile başlı başına mesele. Halkın çoğu okuma yazma bilmiyor, 1950’lerde yüz yıl öncesinin yaşamını sürdürüyor insanlar, kopuklar dünyadan. Haliyle Manolo gibilerin arenaya çıkmadan önce canavar gibi antrenman yapmış olmaları lazım, boğaların ve ineklerin huylarını öğrenene kadar yara bere içinde kalmaları kaçınılmaz, bu yüzden bedenleri tutkularının izleriyle dolu.

Metnin kurgusu hoş, Manolo’nun son karşılaşması ve karşılaşmadan önceki yaşamı sıralı bölümler halinde. Güreşin özellikleriyle ilgili detaylar karşılaşma bölümlerinde toplanmış, mesela boğaların bir gözlerinin görmemesinin kumaştan ziyade kumaşı hareket ettiren varlığa saldırmalarına yol açtığını acı bir hadiseyle öğreniyoruz, Manolo o güne dek efsane olmuş boğa güreşçilerinin cüret edemediğini yaparak yarım tonluk efsane boğayı oynatıyor sürekli, öldürme zamanı geldiğinde bile oyundan vazgeçmiyor ve boğanın boynuzlarının bedenine sürtünüp geçmesi seyircilerin şaşkınlıkla haykırmalarına yol açsa da durmuyor adam, en sonunda yaralanıyor ve işi yardımcılarından birine bırakıyor. Canının bacağından akıp gittiğini hissederken hemen arenadaki ameliyat salonuna alınıyor, mahir doktorun Manolo’yu iyileştirmek için yaptıklarını saniye saniye izleyebiliyoruz, öylesine detaylı bir anlatım. Manolo’nun yardımcıları boğayı yorup yaralarken bir şeylerin ters gittiğini anlıyorlar gerçi, biri yaralandığı zaman boğanın sol gözünün görmediğini fark ediyor, Manolo’yu uyarıyor ama umursamıyor adam, yağan yağmur yüzünden iptal edilmesi gereken güreşi sürdürüyor. Organizatörlerin para kazanma hırsı uğruna insan yaşamını tehlikeye attığı örneklerden biri, küçük kasabaların yıllık festivallerinde halkı eğlendirmek için düzenlenen etkinliğin ulusal eğlence endüstrisinin sömürü aracına dönüştüğünü adım adım izleyebiliyoruz. Kimsenin pek şikayeti yok, boğa güreşçileri ölmeyip zengin olurlarsa Manolo gibi rahat bir yaşama kavuşuyorlar, halk kazanıyor, boğa sahipleri kazanıyor, tüketim hiçbir değeri tanımıyor. Manolo biraz farklı gerçi diğerlerinden, meşhur olduktan sonra kendisinden şans isteyen çocuklarla ilgileniyor, hırsızlık yaptığı çocukluk günlerinde kendisine kol kanat geren insanların rahat rahat yaşamalarını sağlıyor, birlikte evden kaçıp güreşçi olmaya çalıştığı arkadaşıyla yıllar sonra geceleri portakal çalmaya devam ediyor, böyle bir adam. Ablasına söz verdiği evi aldığı zaman omzundaki yüklerin en büyüğü kalkıyor, kitaba adını veren sözcükler ilk büyük dövüşten önce söylenen sözlerin ikisi. Bir saat sonra ya evi olacak ya da kardeşinin yasını tutacak abla, güreşçiler uçlarda yaşadıkları için başka bir seçenek yok.

İkinci anlatı çizgisi İspanya’nın yakın tarihi basbayağı, Manolo’nun ailesi ve yaşadığı kasaba merkezde olmak üzere Cumhuriyetçiler ve Milliyetçiler arasındaki savaşın doğuşu, yayılması ve sonlanması anlatılıyor. İyi anlatılmış bir ders, İspanya’da neler olup bittiğini anlamak isteyenler tatmin olur ama Hitler’in ve Mussolini’nin yediği haltlar pek anlatılmamış, biraz eksik açıkçası. Endülüs’te yükselen isyan ateşi Manolo’nun babasını alıp götürdüğünde, aile açlıkla boğuşmaya başladığında iki hikâye birleşiyor ve sosyopolitik problemlerin odağındaki küçük bir çocuğun büyüme sancılarını, boğalara âşık olmasını izliyoruz artık, yediği dayakların ve kasabadan atılmasının öcünü yıllar sonra alana dek inşaatlarda çalışıyor, açlıktan ölecek duruma geliyor, vazgeçmiyor yine de. Arenada o kadar delice şeyler yapıyor ki benzeri yok, yenilikçi bir dövüş stili yaratarak Franco’nun eskiliğini imliyor bir yandan, yazarlar iki meseleyi birleştirmişler. Dövüş, teknik, insan, dünya değişiyor, haliyle Franco gitmek zorunda. Kitap basıldıktan birkaç yıl sonra diktatör devriliyor işte, İspanya bildiğimiz İspanya haline geliyor.

Çok titiz bir çalışma bu, iki yazar da işin ıcığını cıcığını kurcalamış, şahane bir metin çıkmış ortaya. Zamanında çok okunurmuş bu, Payel baskısı elden ele dolaşırmış, sahaf abilerden biri öyle demişti. Alakarga bastı en son, denk gelirseniz okuyun bence.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!