Üf! İlk bölüm “Umur Bey Öyküleri”, önce Umur’un bir haftasına bakıyoruz, “umur bey günleri”: Pazartesi karısının sağ kolunu dürtmesiyle uyanan Umur’un günden güne farklılaşmayan günlerinin arasına küçük farklar girer, küçük farklar büyüklere yol açmadığı gibi o kadar önemlidir ki Umur’da değişime yol açabilir ama memuriyet, öğretmenlik, müdür, öğretmenler, öğrenciler, sınav kâğıtları, çaylar, namazlar günleri nasıl zincirler görürüz. Namazı yapıcı olmayan, yıkıcı da olmayan, sıradan ve etkisiz rutinin parçası olarak değerlendiriyorum çünkü ferahlık, felahlık vermez anlatıcıya, gündeliğin parçasıdır. Uyandı adamımız, yapması için kendini programladığı işler hemen başlıyor, yeni tıraş bıçağıyla sıcak su, gri takım elbise ve mavi kravat, başka gün takım elbiselerle kravatlar değişiyor ama o kırmızı kravat, anlatıcının annesinden yollamasını isteyeceği/bir türlü isteyemeyeceği boyunbağı gelmeyecek, zaten yeterince bağ var. Tepesinde KARASU yazan otobüs, okulun önünde inince koşturan öğrenciler, çay odasında çay yok, derse sekiz dakika, evet çocuklar 144. sayfa, ikinci teneffüste gömleğin sağ iç cebinden 2001 paketi, sol alt içten çakmak çıkmıyor çünkü yakmıyor sigarayı anlatıcı, yakacağı zaman sol alt içi, tekrarlanan seyrin çizgiden çıktığı nadir an bu. Yakmaması. Öğle zili çalınca sakladığı tabldotu alıp yemekhaneye, fazladan bir kepçe istemiyor, öğretmenler odasında arkadaşların konuşmaları, 18.30’da paydos, hep beraber otobüse, KARASU, dönerken de KARASU demek ki, yani gidiş önemli ki belki Karasu’dan gelen bir otobüs, haliyle dönüşte Karasu’ya gidiyor, otobüsün nereye gidip gitmediği önem arz ediyor ama anlatıcı evden okula, okuldan eve, KARASU yazan otobüs döngüyü kuruyor. Günler aşağı yukarı böyle, çatallanan yollara bakalım, “kalorifer dairesinde öğle namazı farzıyla sünnetiyle tam teşekküllü allah’ım bunları sevap hanemize bahçedeyim maç yokmuş osman hoca sevkli öğretmenler odasına girdim ali yoktu melek’le sinemadan konuştuk ötekiler bizi dinledi ceketimin sağ iç cebinden 2001 sol alt iç cebinden kibrit çıkardım zil çaldı” (s. 14) Noktalamasız, duraksız, fırtına. Yoğun bir günü anlatmak için en iyi yol, okuldan çıkınca o güne dair birkaç görüntüden başka hiçbir şey kalmaz akılda, görüntüleri birleştirmeye çalışanı böyle bir hızlanma bekler. Ödev yapmayanlara sıra dayağı var, Lenin konuşuluyor öğretmenler odasında, anlatıcı gençliğini kitapçılarda kantinlerde harcadığı için mutsuz, evde eş bekliyor, yazılacak metinler bekliyor, dergilerde bir şeyler çıkıyor, eylemlerin sınırları sürekli değişirken hiçbir şeye tutunamayıp araya, karanlığa düşüyor anlatıcı, düşüyorlar, gençliği okullarda da harcıyorlar, gençliğin taşrada, duvarların arasında, dayaklık öğrencilerle birlikte sonunu getiriyorlar. “umur bey akşamları” haftanın günleriyle bölümlenmiş bu kez, yarım cümleler alt üste, yan yana, gıcıklığına yazmayacağım o iki sözcüğü yanyana, ayrı kalmalılar, anlatıcının karısı balkonda çay keyfi yaparken ezan lavabo oda, sırtüstü yatıp seyretmek rafları, okunacak bir kitap, Russell’dan İktidar, kapıları yağlayacak, açsa yemek var, karısı uyuklarken eski dergileri karıştırsın, ilk şiiri yirmi bir yaşındayken, ayakkabıları dışarıda çıkarmadığı için kavga, uykuya dalacakken yatsıyı kılmaca. Çarşamba teyzeler gelmişler, aman kızım, mutluluğunuzun kıymetini bilin, öykü kitabını okuyacak anlatıcı, Russell’dan tarafa bakmayacak, gelen telefonla hemen halı saha maçına gidecek, dönüşte konsolun üzerinde bir not, ayrı ayrı uyuyacaklar çünkü bir şeyin gümbürtüyle yıkılmasından önceki sarsıntılar. Çocuklar, kitaplar, yazmacalar, kadın artık yok. “umur bey ukdeler” iyi bir liste, bu da vardı ama kimdeydi, ilk öykü Perec’in aynı metni yazıp bir tek anlatı zamanını ve anlatılan zamanı tokuşturarak iki metin arasındaki biricik ayrımı ortaya çıkardığı -meh, bitir artık- öyküyle akraba, bu öykünün benzeri de listelerle kafayı bozmuşlardan birinin kitabında var ki Harmancı’yı iyi bir yazar yapan niteliği bilinci kurmacaya çeşitli anlatım tekniklerini kullanarak başarılı bir şekilde oturtması, arayıştan bahsedebiliriz ama yeniyi bulmaktan bahsedebilir miyiz, tartışılır. Neyse, her ukdenin arasına “+” konmuş, hepsini toplayınca bir Umur etmez ama öykü eder. Terk edilme acıları, “yenişafak”, susmak, namaz, nurla giriş, öğretmenlik, sınıfların kademeleri, benliğin inkârı, yazma eyleminin gizlenmesi, Arif Sağ’dan hallicelik, aşkın bitmesi, özetle diskroni. Caddelerde de görürüz Umur’u, bu kez kişisel tarihiyle memleketinden insan manzaralarını çakıştırır, gavur kitaplarını okuduğu için azarlanmasından, tren yollarından, lise ve fakülte yıllarından, Trabzon, Konya, Aksaray’dan bahseder. Belli zaman dilimlerinin öne çıkardığı yapılar, fuarlar, toplaşmalar, kültür sanat işleri italikle verilmiştir, Woolf araya bir yere sıkıştırılmıştır, Dalgalar‘ın salınımı anıştırılmıştır. “sema’nın beni terk ettiği yer, avcuma bir zincir bırakarak, sema’yı son gördüğüm yer, köşeyi dön, sitene gir, karanlığına gömül, acılarına gömül, anılarına!” (s. 36) Umur’un bilinci bitmeyen bir füzyondan ibaret, dışarıdan gelen ne varsa içteki karmaşaya katılıyor, patlamayla birlikte kurmacaya dönüşüyor. İnsan buldum ben, “bilinçsöküm”ün yılmaz neferi olarak kardeşimi bulmuş kadar sevindim, Umur elden gelsin.
“Yiten Yüzyıl” bölümünde dinî referanslar ağırlıkta, Umur’un parmak ucuyla şöyle bir çimptiği yazarlık, okurluk, kısacası aylaklık meseleleri önde, “uzun yassı eşmekaya” müstesna bir öykü olarak kafamıza düşüyor. “Sevgili görevli melek kardeşim” diyor anlatıcı bir yerde, demeden önce yaşamının muhasebesini baştan sona tutuyor, bu baştan sonalık yazı çizi işlerinin dışına taşmadığı için sadece bundan ibaret gibi görünüyor anlatıcı ama değil, çocuklara Allah’la birlikte pek çok şeyi anlattığını, sevgilisi -sonra nişanlısı, eşi- okusun diye bir şeyler yazdığını, yani sadece tutkudan ötürü yazmadığını, yaşamının bir anlamı olduğunu kanıtlamak istercesine anlatıyor. Benim alımlamam böyle, yirmi küsur yıllık profesyonel kâfirliğim mevzunun ötesini görmemi engelliyor. O tarafın girdisine çıktısına da bakmadım pek, şurada burada rastlıyorum, canavar gibi külliyat var dinle ilgili. Okuyamam abi o kadar, inansaydım esas kitapta yazanlara inanıp geçerdim sanıyorum. Evet, yine bir fırtınaya tutuluyoruz ama noktalama var bu kez. “kuşlar bile kaderle uçar! ulu konuştuğumuzun farkında mısın sev. ulu konuşuyorus sev. sen hiç sevim burak okumadın sev. sen hiç. rabbin kim? dinin ne? ne yaptın gençliğinde? uzun anlatıların peşinde koştum. etlekmek yedim. ne yaptın sana kırk beş dakikalığına haftada yirmi dokuz saatliğine yılda dokuz aylığına yirmi beş yıllığına emanet edilen öğrencilerle ne yaptın o kadar dakika hafta yıl söyle ne yaptın?” (s. 40) Melek, sordu, anlatıcı söyledi, çocuklara kömür bile çektirmediği, çocuklara aşktan bahsettiği, yazdıklarına güçlü bir final bulmanın anlamsızlığını anladığı, ömrünü kitapçılarda geçirdiği için cennete, bence gider ya, sıraladığı eylemlerde günah varsa da neyse çekilir, annesi onu o günler için doğurmuştur Allah, evet. “gerekçe” serbest manzum, hikâye, anlatıcının hocalarla, Kuran kursuna bir daha gitmemesiyle ilgili, sakat kalma korkusu metnin her yerine sinmiş çünkü hocalar çat çut dövmüşler çocukları, anlatıcı yatağını ıslatmış, hayatında ilk kez sövmüş birine. İçinden. Hocaya sövmek günaha girmekse bir daha günaha girmemek için kursa gitmez, Kuran kursu açmak isteyenlere yardımcı olmaz, gerekçesi sağlam. “taşra lisesi” sömestr tatiline pek az kalmışken okulun şöyle bir derlenip kurguca toplanması, hafta sonlarının iple çekilmesinden sonra esas tatilin halatlarla tutturulup öğretmenlerce haldır haldır. İzmaritler, insanlar, curcuna.
Burada ilginç bir şey var, Harmancı’nın diğer metinlerini kesin okurum. Aldım çünkü. Para verdiğim şeyi kesin okuyorum.
Cevap yaz