Rasim Özdenören – Toz

Dünyaya her yıl üf tonluk toz saçılmakta, bu tozun bir kısmı bir şey olurken diğer kısmı başka bir şey olmakta, mesela uzaya saçılmaktadır, Özdenören ilk öyküsünde bu çok tonluk tozu almış, seyre dalmıştır: “Bulutların arasından süzülen kirli bir ışının içinde milyonlarca, milyarlarca toz zerresi kaynaşıyor: peki onlar nerden geliyor? Gölgede görünmüyor olsalar da, orda da varbulunuyorlar, orda ve her yerde: elbisemizin katları arasına sıkışmış, yumurtanın kabuğundaki pürüzlere yığılmış, dağ tepelerindeki o arı, o duru, pırıl pırıl taşların üstüne tünemiş, geyiğin boynuzunda, koyunun tüyleri arasında, bir mekanın kirişine gizlenmiş olarak ve akla gelen ya da gelmeyen her yerde, her an…” (s. 7) Çözünmedir aslında, evrenin devinimidir, zamanın geçtiğidir. Özellikle sonuncusudur, öyküde babasından bir sürü oyuncak isteyen, istediğini alamayınca hırçınlaşan beş yaşındaki kız çocuğunun sahildeki çay bahçesinde çayını yudumlayan, sevgilisini bekleyen kız olup olmadığını sorar biri, masa örtüsünün tozunu silkeler bir yandan. Tozun, semaverdeki külün içinden gelen ses “Havva” diye seslenir, sevenle sevilenin ilişkisinde sevenin tarafını tuttuğunu söyleyince Havva sevilenden yana çıkar. Toz hemen en başa döner, sevilenden başka hiçbir şeyin var olmadığı âlemin evrene dönüşmesini sevilenin kendi sevgisini yaymasına bağlar. Evren sevileni de sevecektir artık, kendini de, bu sayede seven sevilecek, sevilen sevecek, ikisi birbirinden doğacaktır. İnsan evrenin kendini anlama yollarından biri işte, Carl Sagan öyle diyordu, Özdenören de Sagan’ın yakınlarında bir yerden kuruyor düşüncesini. Dili ipince, kurgusu sağlam, okur Özdenören’in öykülerini okuyunca -onun istediği gibi- yücelmiş hissedebilir. Sanıyorum arafı, cehennemi de yakalayabilir, öykülerde karanlık binalarıyla, çarpık kaldırımlarıyla, yorgun insanlarıyla yükselen şehirler, insanların ıstırap dolu yolculuklarını sürdürdükleri trenler, toz, tasviri çeşitlendikçe -insan dahil- karabasan gibi çöken nesneler, muhtelif uzamlar ve araçlar karşımıza sıklıkla çıkar, ikinci öyküdeki güller böyledir. Patlama önceki öyküyü açtığı gibi bu öyküyü de açar, güllerle uğraşan kadın gözlerini açıp baktığında yüzlercesinin açtığını, serpildiğini, yapraklar üzerindeki çiyleri, buğuları, bir gecede boy atan ağaçları, erikleri, dutları, kısacası çerçeveyi doldurup ruhunu daraltan yaban güzelliği görür, suyun bir ağaçtan başka bir ağaca yürüyüp göl oluşturması yabanlığı büyütür. Nazire abla o, komşu çocuklarının annelerinden daha küçük ama “abla”, konuşkan değil, annesi onun şimdiki yaşından daha gençken ölmeden önce eteklerinden tutup içeri çeker, kimseyle konuşmasını istemezmiş. Yalnız kalmış Nazire, anasını babasını ölüme bir bir yolladıktan sonra uzak akrabalarından Şerife’yle yaşamaya başlamış. Bazen “hanım” bazen “kızım” oluyor, Şerife daha büyük. Nasihatte bulunmasına müsaade yok, işe güce karışamaz, Nazire hemen susturup güllerine dönüyor, geceleri İngiliz aşk öyküleri okurken uyuyakalıyor. İki eylemden ibaret yaşam. “Elini, olabildiğince gülün taç yaprağına yakın tutarak ve gülün sapını ordan eğerek makasladı. Buna öylesine alışmıştı ki, artık gözü kapalı bile kesse parmaklarını gülün dikeninden sakınmasını becerebiliyordu. Böylece bir yandan düşünmesini sürdürürken, bir yandan da dikkat etmesi gerekmeden gül devşirebiliyordu. Biraz daha vakti vardı ve biraz daha gül devşirebilirdi. Nasıl da birbirine benzeyerek geçiyordu günler, güllerin birbirine benzerliği gibi, zambakların, lalelerin..” (s. 16) Gül yetiştiren kadının döngüsü de bu, kendini çürütmek. Özdenören yalnızlıktan, yalıtılmışlıktan kurtulamayan karakterlerinin fanustan çıkmalarına izin verdiğinde aslında daha büyüğünü fark etmelerine yol açıyor, aşılacaksa da güçlenerek geri dönecek duvarların öyküsü “Gece”. Gökteki yıldızları, uzaktaki denizi, yıldızların yansısını çiğneyip geçen şilepleri gören karakter şaşırır, nasıl olduğunu anlayamamıştır ama duvarlar yere eğilip yitmiş, tavan kendiliğinden yok olmuştur, zaten yatağında otururken o açıklığa nasıl vardığını da anlayamaz kişi. Biri. Bilinç, belki bir ağız, eylem az. İstemişler: soğuk olacak, kişinin üstünden başından mutluluk akacak -ne mene bir mutluluk ki bilmeyecek- ve durgunlaşacak, hayata metelik vermeyecek ama ölmeyecek de. Şehrin devindiğini hiç bilmeyecek, gecenin ortasında öylece otururken iyi aile kızları evine dönecek, sokaklar boşalıp caddeler dolacak, mahyalar asılacak, neler. “Her neyse, o, yalnızca kendi gecesinin karanlığında yaşıyordu, başka karanlığa ve başkasının karanlığına da ihtiyacı yoktu. Ben, kendi kelimelerimle sevişirim diyordu. Ben kendi kelimelerimle elbisemi dikerim, iğnem ve ipliğim ve kumaşım, benim kendi kelimelerimden imal edilmiştir, öpücüğüm kendi kelimelerimden yapılmıştır, benim duru, durgun, dokunulmaz, soğuk sıcaklığım, hep aynı kelimelerden, benim kendi kelimelerimden yapılmıştır: başkalarının kelimesinin bana işlememesi işte bu yüzdendir. Çünkü benimki onların hepsininkinden daha değerlidir, öyle değil midir?” (s. 24) Anlatıcı kişiyle buluşmak için geldiğinde yalnız kalır, kişi orayı terk etmiştir. Bir sonraki öykünün kendi mağarasını terk eden kahramanı gibi kişi de kendi kapanının yemi ve kurbanıdır, kelimelerini paylaşmak istemediği için gökyüzüyle sınırlanmış, kimseden kelime almadığı için sınırlarını aşmaya çalışmamıştır. Çalışan var, “Kapatılmış Gün” bir başka kapanı anlatıyor, sıralı cümleler için bol virgüllü. On yıl bir insanı tanımak için az, öyle anlaşılıyor, birileri bazı şeylerin bildiği gibi olmadığını söyleyince gerçeği bilen kadın sekiz yaşındaki kızına gerçekleri anlatamıyor, mesela babasının hiç gelmeyeceğini söylüyor ama onu unutması gerektiğini söyleyebilmesi için zaman gerek, şimdilik bulundukları yere alışacaklar ve oranın yerlisi gibi davranmaya çalışacaklar, yerlilerse kadına merakla bakacaklar, biraz fazla merakla, çocuk bir adamın baktığını fark edecek, anneye soracak, anne bir şey söyleyemeyecek ve oraya gelir gelmez telefonun çalmasına şaşırmaya devam edecek, evet, Ebru’yu tanıyor, en iyi arkadaşı, koynunda beslediği yılan, eşiyle birlikte olan, babasına zaten anlatmayacak çünkü gerek yok, adam Refik’in gelmediğine biraz şaşırıp kızının suskunluğunu anlayınca hiçbir şey sormayacak artık, kadın erkeklerle kadınların yaşının aynı hesaba gelmeyeceğini düşünecek, kadınlar hep daha küçük, aslında bir açıdan hep daha büyük ama o açıyı erkekler görmüyor, onların açıları başka, akşam karanlığı çökerken oturmak için müsaade isteyen adamınki misal, memuru andırıyor adam, yalnız yaşadığını, aile kurmak istediğini söylüyor, çocuğu görünce yine müsaade isteyip kalkıyor bu sefer, kadın gençliğine, güzelliğine lanet ediyor, yalnızlığa mahkum değil ama yalnızlığından başka bir şey bilmiyor henüz, ihaneti atlatabilmiş değil. Hissizleştiği, bedeninden kasıtlı olarak uzaklaşıp çemberin içine girdiği öykü müdür “Dolambaçta”, belki. Hırsla yürüyor, adımları dolambacın derinliklerinde yankılanıyor, soğuk, mağrur, “karşıkonulmaz”. Kadın? Zor biri, onunla karşılaşmak, karşılaşınca bir adımlık mesafeyi aşmak zor, annesinin öldüğü gün yaşamaya başlayınca soğuk olması ve soğuk kalması gerektiği öğretilmiş. Kim öğretmiş, önemsiz, bilişsel hapishanesinde dönüp duran kadını oradan çıkarmak isteyen adamlardan biri uğraşıyor, sıcak odada kadınla yakınlaşmaya çalışıyor ama ayağıyla itiyor kadın, adamı yaklaştırmıyor. “Sonunda bir düş kırıklığına uğrayacağını ikisi de biliyordu. Karşılaştılar ve beklenen oldu. Birbirlerini tanımadıkları, tanımalarının mümkün olmadığı ortaya çıktı. Bu, kadın için zaten her zaman böyleydi. Öteki, ona her zaman yabancı kalırdı ve onu tanıma imkânı belirmeden ortadan çekilip giderdi. Nasıl olurdu bu? Gerçekten böyle mi olurdu? Bunlar asla anlaşılmayacak olan şeylerdir.” (s. 42) Yoktan da çıkarabilirdik son cümleleri, Özdenören kalemini -belki daktilosunu, ne bileyim- iki satır fazla çalıştırıyor ama daha fazla taşırmıyor karanlığı, taşımıyor, durumları ortaya koyup, duyguları betimleyip çekiliyor, okura geniş geniş alanlar bırakıyor. İlgilisi için dört dörtlük.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!