Köpeklerin dolandığı birkaç öykü var, köpekler anlatıcı. Diğer öykülerde insanlar anlatıcı, köpeklere benziyorlar çünkü sesleri aynı. Köpeklerin genel olarak havladıklarını düşünürsek insanların havladıklarına da bakarız, önce köpeklere bakalım çünkü bu durumda, yani, bir bebek de havlıyor demektir çünkü anlatıcı bebeğin sesi diğer insanların ve köpeklerinki gibi, tıpkısının havlısı. Köpekler neyi anlatır, işte, bazılarını sahiplerinden isteyip asker yapmaya kalkmışlar, Savunma Bakanlığı Köpek Eğitim Merkezi’nde toplamışlar. Tatile gelmediklerini hemen anlamış köpüşler, bazılarının sahipleri son anda vazgeçmiş dostunu askere yazdırmaktan ama bizimkinin sahibi nanay. Pentagon’muş mekan, eğitmenler süper, hayvanları hemen üç gruba ayırmışlar, niteliklerine göre koşturmuşlar, dört aylık talim. Göreve gidenler dönmüyormuş, dönmeyenlerin sayısı artıyormuş, mevzunun sonu: “Uzaktan kumanda aleti, hem de benim eğitmenimin elinde duruyor. Dört ayı birlikte geçirdik! Hiç mi üzülmeyeceksin, suçunu cihat örgütlerinin parçaları bulunamayan intihar bombacılarına atacağınız bu faili meçhulde kemiklerim sokağa saçılırken?” (s. 48) Numarası, yeni bir yanı da yok ki havından başka bir şey duyayım, köpek anlatıyor öyle. Yemek isteyen yesin, bana vasatın bayağı bayağı altı, dil kurtarmaz. Ha, yapay zekânın, genetiğin, hayvanların değişen kimyasının falan anlatıldığı bir öykü var, çoğu öyküde olduğu gibi basından, haberlerden devşirilmiş, genetik yapısı kurcalanan canlıların ve cansızların isimleri farklı karakterlerle yazılmış, bunu da yemedim çünkü Everest’in tercih ettiği bir yazı karakteri var, insanın karbon bazlı yaşam formu olması var, karbon bazlı yaşam formlarına başka bazlı madde formlarının eklenip çıkarılabilmesi mümkün. Kısacası zaten kimyasal reaksiyonlardan ibaret bir yapıya yeni reaksiyonlar katmanın -öyküdeki- dehşete düşürücü yanı o kadar da dehşete düşürmemeli artık ya, insan merkezli bakışın muhafazakârlığının doğurduğu bıkkınlıktan daha yorucu bir şey yok. Evet, “Samimiyet” nam öyküde evdeki iki köpüşüne tatlış tutliş bakan kadın karakter Teşvikiye civarında bir sokak köpeği görür, besler azıcık, sonra eve almak ister ama halihazırda vardır köpekleri. Sokakta beslemeye kalktığı zaman görür ki köpek yok, kadının samimiyetsizliğini anlayıp uzamış çoktan. Yılmaz’ın ses tonu çınlayacak kulakta: Tamam. “Isırık” diyelim, krallığını ilan etmiş köpekimiz bahçede deli gibi koşar, oynar, hayatının tadını çıkarır. “Bir baktım, annem. Bahçe kapısında elinde minik, kara kuru bir şeyle. Bir köpek! Müthiş bozuldum. Bozulduğum zaman yaptığım gibi kulaklarımı indirerek anneme manidar manidar baktım, bir memnuniyetsizlik sesi çıkardım ve popomu ona ve elinde tuttuğu şeye döndüm oturdum. İşte her şeyin bundan sonra aynı olmayacağını da o an anladım.” (s. 61) Anne yeni köpekle ilgilenirken bizimki trip atar, karşılığının olmadığını görünce uyum sağlamaya çalışır ama bir gün yeni köpeğin kafasını yanlışlıkla ısırır. Hart diye kapar, beynini deler hayvanın, çok telaşlanır ve üzülür. Neyse ki sağ salim eve döner köpüş, bizimki de hemen arkadaş olur onunla. Çok güzel. “Sersem”de karşıdan görürüz gerisini, eve yerleşen köpek uzun zamana yayılmış intikam planını uygulamaya koyarak bizim şapşiğin başına çoraplar örer çünkü kafasındaki izin nedenini bilmektedir, şapşiğin kötü muamelesini hatırlamaktadır, hayvanca bir öcün peşinde koşmaktadır. Bazı öyküler bağlı birbirine, kız kardeşlerini öldüren üç erkek kardeşin hikâyeleri ayrı ayrı anlatılıyor mesela. Başka, bebek var konuşan, annesi onu düşürmeye çalışmış, sonra bir tanesi bebek goril miymiş neymiş, babası şiddet gösterince kuvöze alınmış, anne kokusuna hasretmiş. Bunlardan çıkan sonuç şudur: Muazzam, spektaküler, magnifik bir fikriniz, yapınız, anlatım tekniğiniz, falanınız yoksa hayvanları asla ve kat’a konuşturmamalısınız. Çünkü neden. Neden ya, bir çiviye anlattırın mesela. Köpeğin sahibi duvara çakacağı bir çiviyle çekiç bırakmıştır meydanda, bunlar köpeğe bakarak hikâyeyi kurarlar, arada çekişirler, sövüşürler, sonra köpeğin halini anlatmaya devam ederler diyelim. Daha iyi yani, köpeğin melodram çekmesindense.
Öyküler mevzularına göre bölümlenmiş, “Suç”, “Öç”, “Çığlık” başlıklarından “Öç”e bakıyorum. İlk öyküde Saddam’ın kızı anlatıcı, beş saniyelik bir aramayla ulaşılabilecek bilgileri aktarıyor. Saddam nefret edermiş ondan, büyük kızına katlanırmış çünkü yüzü benzermiş büyük kızının. Anlatıcı nefret etmiş Saddam’dan, ölmesi için her gece dua etmiş. Saddam en çok Uday’ı severmiş. “Sadistlikte, sapıklıkta babasını bile geçen Uday’ın ölümü de tıpkı onun gibi Amerikalıların elinden oldu. Bir gram yaş dökmedim. Kırbaca, elektriğe tuttuğu, kesip biçtiği, hiç kıymadan aldığı onca canın öcü belki bir nebze alınmıştır.” (s. 70) Alıntılıyorum ki üslup, dil, şu bu ortaya çıksın, öykünün hatta öykülerin geneline dair fikirler uçuşsun. Aşağı yukarı budur. Öykülerin az buçuk vurucu sonlarıyla yetinen varsa tatmin olacaktır: “İpte celladıyla yüz yüze geldiğinde ne kadar cesaretli olduğunu görüp gurur duymuşuz. Sözcüsü böyle demiş gazetelere. Yüzünü örttürmemesiyle, ilmik boynuna geçirilirken titrememesiyle gurur duymuşuz. Masal. Hepsi masal. Yerini söylediğim o Amerikalı komutan şahidimdir, yalvara yalvara öldü.” (s. 71) Şundan keyif almıyorum ben, estetik namına pek bir şey taşımayan öyküden hiç keyif almıyorum zaten, yani öçse öç ama ötesi, altı dolu olmayınca, ne bileyim. İyi örnekler elbette var, mesela “Açın Polis!” öykü gibi öyküdür, öyle intikam pornosuna dönmez. Gökçeada’nın hareketliliğiyle başlar hikâye, 34 plakalı araçların haddi hesabı yoktur, her yer cıvıl cıvıldır, anlatıcı ekmeğinin peşinde bir kardeşimizdir. Ev onarıp satma telaşı, bakıcılar, alıcılar derken “Kürdün yeri”nde bir çay molası. Alıcılardan biri genç bir avukat, zıpçıktı, tatlı bir adam. Da, ağır işiten çaycıya sesini duyurmak için, “Açın polis!” diye bağırması, of. “Şakadan. Ah çocuk… Sen bilmezsin bu işin şakası yoktur. Sen bilmezsin çocuk, gece, döşeğinde mışıl mışıl uyurken kapını böyle yumruklar işte o adamlar; tıpkı senin yaptığın gibi.” (s. 73) Sonrası Güneydoğu’daki dehşet günlerinden manzaralar, ayar burada kaçıyor ama temel bir kere sağlam atıldıktan sonra kaldırıyor yine de, ucubelik yok, başarılı öykü. “Kız Çocuk” yine öyküye değer, asgari öyküye aşırı yakın ama yırtıyor. Anlatıcının kuzeni haşat etmiş kadını, fahişenin ağzını yüzünü patlatmış, polisler garanti gelecek. Aşiret tabii, herkes herkesin yediği haltı bilir de kimse kimseyi ele vermez, haliyle anlatıcı kuzenini saklıyor, mekanını basan polislere hırtı uzun zamandır görmediğini söylüyor. Arama yapamazlar, çünkü “bakacaaz”. Anlatıcının ablası yapının biraz dışında, sayıp döküyor: “O çok bilmiş laflarından etti. Aşiret ruhuymuş, maço kültürüymüş bir şeyler bir şeyler… Çattık valla dedim, sabah sabah… Bir bu eksikti. Söylendi söylendi, sinirden gözleri doldu, bastı gitti sonra da toplantıyı filan boş geçip.” (s. 83)
“Srebrenitsa” bir duygu dökümü, öykü değil de anlatı denebilir belki. Aslında çoğu metin anlatı sınıfında, öyküye varmıyor. “Jellyfish Babies” keza, ABD’nin nükleer enerji deneylerinde kullandığı hayvancıklar hep bir ağızdan bağırmak dışında hiçbir şey yapamıyorlar, usanmadan bağırıyorlar, ölüyorlar, usanmıyorlar. Peki. Rainer Herpel’in öyküsü hece hece konuşan adamımızın sesine kavuştuğunu gösteriyor ama hece hece konuşmak yirmi dokuz yıldan sonra konuşmayı öğrenmenin karşılığı mı, tartışılır, daha iyi çözümler geliyor akla. Herpel’in hikâyesini merak eden baksın, ilginç. Hrant’la ilgili bir metin var, iç dökümü diyebiliriz. Pippa’ya dair bir metin var, kızını hiç sevmemiş annenin ağzından. Böyle. Hani sahafta denk gelen alsın, bu kadar.
Cevap yaz