Evren’in öykülerinde rüyaların üç merhalesi var: karakterin rüyası olarak rüya, anlatıcının rüyası olarak anlatıcı, hikâyenin rüyası olarak öykü. Evren’in öykülerinde cinselliğin, vardır: İki kişi arasındaki seks, üç kişiye kadar kontenjanı olan seks, rüyalardan taşan seks, otobüsten fırlayan yolcuların meni olarak görüldüğü, otobüs boşalmalı seks, meninin föşkürüp öyküyü kapladığı seks. “Üç Cennet” tam bir patlayış öyküsü, Ahmet’le Zeynep’in cinsel geçişkenliğinin rüyalardan ibaret kalmaması, çift cinsiyetliliğin yahut cinselliğin bedene bağımlı olmaması matrak bir hikâyeyle bağlanıyor diyeceğim, matraklık da uçucu. Sınırda ayçiçek tarlasını bekleyen köylüler var ilk, Ahmet ve kardeşi nöbetleşe bekliyorlar, ellerinde tüfek. Mülteciler, kaçaklar, göçmenler için boşalmaya hazır bir silahın verdiği hiçbir güç yok, zaten o gece ayçiçeğini eline alıp yaprakları teker teker koparıyor Ahmet, “gelmeyecekler” çıkıyor. Ertesi gece eşi Hatice’yle seks yaparken bakıyor, a, boşalıyor ama meni yok, üstelik boşalmıyor da, fötür fötür yardırıyor. Takip ettiği dergide “Arzu’nun Sayfası” adlı köşenin yazarına mektup döşeniyor hemen, durumunu anlatıyor, göçmenlerle birlikte sınırın öte tarafına geçip her şeyi geride bırakıyor. “Onun tarlasından öyle bir geçişleri var ki sanki onun spermleri onlar… Ya da ben onlarım spermleriyim diye düşünüyor ardından ya da onlar spermler olarak onun içine akıyorlar.” (s. 105) Memleketi ve boşaldıktan sonra küçülmeyi özlemesi sorun değil, yeterince kadın fikfikliyor, hasreti iki fikle dindirmenin yollarını mektuplarına dökünce öbür tarafta Zeynep kendi evrimini yaşamaya başlıyor. Köşenin sahibi Zeynep, sevgilisi Şair’le sevişmesinden kalan sperm adacığının ağzının kenarına yapışıp kaldığının farkında değil. Erotik bir sahne, uzun, uçup giden parçacık Zeynep’in ayağının altından çıkınca Şair ağzındaki parçacığı alıp tekrar ayağın altına koyuyor. Cennet, şair için birinci, öykü için ikinci. Gündüz düşü başlıyor sonra, Şair kendini bir tarlanın ortasında buluyor, yine uzunca bir rüya. Nihayetinde Ahmet’in beden değiştirip Zeynep’e dönüştüğünü, bacaklarının güzelliğini “paylaştığını” ve ayaklarının yalanmasından deli keyif aldığını görüyoruz, bu da üçüncü cennet. Bir kadın olarak kalmak için Tanrı’ya yalvarıyor Ahmet, otobanda, vızır vızır geçen araçların farları Ahmet’in ayaklarını yalıyorlar. Sözcüklerden akan meni basbayağı, tahrik edici dil. Gibi. “Mobil Tohumlar”da Evren’in karakter inşasına bakalım: “Hiçbir aksilik bir sürpriz gibi gelmiyor ona. Sabah arıyor ve ‘telefonumu geri istiyorum,’ diyor. Çok kaliteli ve pahalı bir alet. Küçük, şık bir cep telefonu.” (s. 93) Mehmet bu, şanssız, hırsız. Çaldırmıştır telefonunu belki, öyle değil, Sergei’nin şişmiş ve kabarmış aletiyle müşerref olduğumuza göre yine bir kabarma var, telefonla Mehmet, aletiyle Sergei denk düşecek bir yerde, “20 metrekarelik Türkiye” tabiri Sergei’nin konumunu direkt belirliyor, Mehmet’in evi önemsiz. Arkadaşı gibi Avusturya’ya gitmemiş Sergei, gitmeye karar verecek ama henüz var, Mehmet de arkadaşı gibi bir yerlere gitmek istiyor çünkü başına saçma sapan bir iş gelmiş, başına iş gelen herkes defolup gitmek ve ayçiçek tarlasından geçip öte tarafa varmak istiyor. Nedir, Sergei evi baştan aşağı arıyor, 20 metrekareyi düşününce çok uzun sürmemiş olsa gerek, sigarasıyla 50 dolarını bulamıyor. “Üstü çıplak Sergei’nin; altında da yalnızca beyaz slip. Slipinin arasından öfkeyle doğrulan aleti çişlerini klozetin deliğine fışkırtmaya bile zor gönül indiriyor-tuvaletin duvarlarına, yükseklere, fıskiye gibi dört dönerken boşaltmak istiyor yükünü.” (s. 95) Açıklık lazım, hikâyenin normali, karakterlerin eylemlerine makul bir zemin. “Görevimiz Tehlike” çalıyor yakınlarda bir yerde, Sergei sesi takip ediyor ve pencerenin önünde, yerde buluyor telefonu, o kaliteli ve pahalı aleti. Mehmet çalacağını çalmış, Sergei kaptıracağını kaptırmış, çatışacaklar artık. Ekmek bıçağı yastığın yanında, sopa kapının yanında, evde görüşebilirler ama cesaret yok. Mehmet arıyor, telefonunu istiyor, Sergei parasını istiyor, birinin alıp diğerinin veremediği yerde ikisi de veriyor ve küfür kâfir boşalıyorlar zamazingolara, biri telefonu yıkıyor, diğeri parayı. Telefonu kulağa sokmak, parayı yalamak gibi latif teklifler ediliyor, en sonunda kendilerini sikmeleri temennisiyle sulh oluyorlar. Müthiş komik bir öykü, çok çok çok arkada yine göçmenlik, aşırı önde cinsel şiddet, Evren tokuşma sesi çıkarmadan yan yana koyabiliyor mevzuları, şahane. Gereksiz bulacaktır kimi, sik ve am muhabbetinden iğrenecektir de böylesi vardır, olmalıdır. Seksin aşırı komik bir şey olduğunu Woody Allen mı söylüyordu, birbiriyle uyumlu organların hareketleriyle türeyen bir nevi uygarlık tam da bunlardan ibarettir. Sikliyiz ve amlıyız. Memeliyiz ve işin garibi memelerin sadece bir türü önemli. Ben erkek memesine sahibim, mememin fizyolojik açıdan en az kadın memesi kadar mühim görülmesini isterim. Çük beni rahatsız etmez, kıçla münasebetini makul bulurum. Ayrıca göt ve/veya popo.
“İnfılak, Çıt” bizim yerli canavarlarımıza da odaklandığı için mühim. Türk canavarlarıyla ilgili bir araştırma vardı, madenlerde görünen tuhaf varlıktan bahsediliyordu orada, varlığın adı Zenci, Ali veya Zenci Ali olabilir. Madencileri derinlere çeken, yollarını kaybettiren öcümüz bu öyküde cin, Çinli cin veya Çinli olarak çıkıyor karşımıza, tabii önce Mustafa’yla Musa’nın göçük altında kalmaları lazım. “O zamanlar Mustafa ve Musa, Zonguldak’ta, çok da düşünmeden inanıyorlardı yaşadıklarına. Ölüm muhtemelen kulaklarına çalınmış bir söylentiden ibaretti. Yakışıksız bir dedikodu, itimat edilmez bir hevesi yazgının.” (s. 83) Cuk diye oturdu atmosfer, sonrasında Mustafa’nın o varlıklarla karşılaşmasından ödünün kopmamasını burada bulsak buluruz, buldum. Patlama, Musa bayılır, Mustafa arkadaşını sırtlayarak ölümden yürüyerek uzaklaşır. Köşeyi döndüğünde dört “kişi”, cinler, onlar da çıkamıyorlar. Konuşmaları Çinceye benziyor, belki de bu yüzden Çinliler, Çinli cinler, cinli Çinliler, cinnî Çiniler. Musa’yı ayıltırlar, Allah’a dua ederler, Çinceleri anlaşılıyor demek ki. Ölmüşler mi, meğer cennetin yolu o koridorlardan birindeymiş, yürüyüp gidebilirler ama bir yerden ışık geliyor sonra, bir gedik açılıyor, uyku da bastırmış çünkü hangi gaz ne yapar bünyeye, anlatı da bir sallanmaya başlıyor. “Çin’e geri dönerlerse, orada, kuşkusuz bir hikâye ediş sırasında, canlandıracaklar Musa ile Mustafa’yı, uyandıracaklar yeniden, ve soracaklar cennetin kapısını yakalayıp yakalayamadıklarını.” (s. 89) Hikâyenin yolu değil de patikaları var, bazıları aydınlıkta, şöyle bir görünüp kayboluyorlar, Evren nereden yürümek isterse oraya götürüyor anlatıyı. “Dişetleri” gibi öykülerin başı sonu, başladığı vardığı daha belirgin, kitaptaki öykülerin yarısı bu şekil. Rasim’in süper yemeği, yemekler, yiyecekler Evren’in genişlettiği bir başka dünya, besin maddeleri öykülerde muhtelif. Rasim bunlarla bir şeyler yapıyor, iyi, Cipo da kalanları yiyor, anlatımdaki “oolum” Rasim’in ünlemesi veya anlatıcının Cipo’yu sesletmesi, neyse. Ayıcıkları var Cipo’nun, iyi arkadaşlar, sürtülen fifiriğin fışkırttığını iyi emiyorlar. Tatlı bir köpüş olarak Cipo’nun da ayarı yok pek, istedikçe istiyor, daha fazla ayı geliyor eve de Rasim’in derdi büyük, sik içeriyor. Kendi sikinde sorun var, başkalarının sikindeki sorunlara benzer. Arkadaşıyla çıkıyor Rasim, bir çare bulur belki ama tatsız, yüzü asık. “Önemli bir şey değil derdi denebilir, ama kalkmayan bir sik o ya da bu durumda o ya da bu nedenle bir ciddiyet talep edecektir, anlıyor.” (s. 39) Hassas sonrası, Rasim nevresim takımlarından medet umarken Cipo’nun dürttüğü ayıcıklar vasıtasıyla deliriyor bir temiz, eline aldığı sopayla köpeğe girişiyor ve ağız yüz dağıtıyor, kan revan dişler. Özdeşimlerin haddi hesabı olmadığı için burada bırakıyor, Evren’in öykülerini tavsiye ediyorum çünkü o ney.
Cevap yaz