Sevin Okyay – İlk Romanım

Üçten ona yedi. Yaşlar geçiveriyor, on yaşın belleğinden ne düşerse düşüyor deftere. “Dün iki haneli ilk yaşıma girdim, yani 10. Çok güzel bir defterim var. Hatıra defteri gibi değil, biraz daha değişik, kilidi yok ama kalın. Üstü ekoseli. Daha önce hiç ekoseli defterim olmamıştı. Babam dışardan getirdi. Hediye.” (s. 5) Dil değişmeyecek çünkü çocukluk değişmeyecek, yıllar sonranın kurmaca çocukluğundan kurmaca bir metin, böyle. Sabit çok güzel bir yere tutturulmuş, büyülü bakıştan metinlere, metinlerden hayata bir gerçeklik paravanı mı ne, dönüp duruyor. Küçük bir hacıymış Sevin, Tavşan Jano’nun çıkınından var sırtında, Matyö Baba da o kadar kötü değilmiş. Bundan başka o aile de var, babalarının İç Savaş’tan dönmesini bekleyen beş kız mı, bir de anne, hani tavan arasında Dickens’ın metinlerini oyunlaştırıyorlar, sonra Laurie giriyor sahneye. Jo’nun tutkusundan mı esinlenmiş Sevin, kitaplara tutulması için iyi bir model Jo. Kısacık saçları var, sattığını biliyoruz ama Sevin’in satacak saçı yok, a la garson kesiyorlarmış. Olsun, benzeyebileceği kırk tane niteliği var, mesela elindeki deftere yazıyor işte, çok okuyor, bir de uzun. Mu, kendi belirlediği özelliklerine inanıp inanmayacağımızı da söyleyebilir, şaşırmayız. Sonlara doğru tuhaflığından bahsettiklerini görüyoruz bir, durmadan okuyormuş, babasının kütüphanesinin altını üstüne getirmiş, garip bir çocuk. Hemingway’e bayılmış, basitliğinden. Hemingway’in ve Sevin’in. Buzdağı altta nereye kadar buzuyor, iki yazar ne kadar benzeşiyor, takdir. Seviyor ama Sevin, metnin uzandığı yere gidebilmiştir. Altıncı kardeştir aynı zamanda, özdeşim kurar da zaten var olana dadanmaz, kendini gizli bir karakter olarak görmek hoşuna gider. Yazar dahi görmemiştir onu, sayfanın boş alanlarına saklanmayı bilir Sevin. Annesinin ve babasının Kuzeyli olduğunu düşünmez, Güneyli değiller, neyler? Kurmacayla gerçeği iliklemeye çalışır da beceremez, yaşamını çıkarıverir ortaya: “Hakiki çocuk olarak da bir babam var. Benim canım babam. Bir de annem, hani Küçük Kadınlar kitabını alıp bana getiren. Okumayı çok sever zaten. Ama beni pek sevmiyor.” (s. 4) Sever aslında, sadece mesafelidir, çocuğun şımarmasından korkar. Sevin şımaracak bir çocuk değildir ama şımarsa her şeyin o kadar can sıkıcı olmayacağını düşünür, yani bir kez kötülük yapsa, herkesi kötü olduğuna inandırsa rahat bırakılacaktır belki. Düşünür, kötü olmayı da beceremez, tatlı bir çocuktur. Esmer, kestane gözlü. Kardeşi Selim sarışın ve renkli gözlü, kıskançlık. Öyle iyi gerçi, olduğu gibi olmayı pek sever çocuk, olduğu gibi olmanın hakkını verir. Nasıl, yaşadığının bilincindedir, yaşamını donatır, etrafındakilere sevgisini bol keseden verir. Geldi mi çağrışım, hemen bir metne geçer, kurbağalardan prenslere, öpücüklere, oradan Maltepe’deki kurbağalara. Bugün yok, 1950’lerin Maltepe’sinin fotoğraflarına bakınca tepeleri binalardan seçebiliyoruz anca, aynı kat sayısına sahip binaların yükseldikleri noktaya bakarak tepeleri tayin edebiliyoruz, denizleri doldurulan sahilden bulabiliyoruz, Dragos’a çıkıp bakarsak İstanbul’un en güzel manzarasının ne hale geldiğini de anlayabiliyoruz. Hüzünlü bunlar, Sevin’in anılarındaki Maltepe çoktandır yok. Ben yine arayıp buldum, Cevizli’den gelen trenlerden bahsedildiğine göre demiryolunun yakınlarında oturuyorlar, Cemal Paşa Köşkü müydü? Celal Bey’in Köşkü’ymüş, oradan Kayışdağı’na bisikletle gidilirmiş. Oral Abi’nin peşine takılıp gitmiş bir gün Sevin, düşünce fena yaralanmış, başka bir gün de kardeşi Selim’i düşürmüş de çocuklukta normalmiş bunlar, düşülürmüş. Beşiktaş’ta düşmüş mü Sevin, Taksim’e dökülen kumları söylediğine göre canı yanmamıştır. Tramvayın rayları kaldırılmış, kum dökülmüş, trafik de fenaymış o zamanlar. Anneyle gidilen filmler, gezilen yerler zaten çocukluğu şekillendirirken bir de şehrin değişimi dolmuş anlatıya, bir yanda harıl harıl yıkılıp dikilen binalar varken diğer yanda tarlalar, bahçeler nasıl sığışmış aralara, hayret. Maltepe’de bahçelerin arasında fenerlerle dolanırlarmış, Sevin’in ilk babası -ikincisi hemen sevmiş kızı, baba belletmiş kendini- kızına aldığı bisiklete binerken düşmüş de unutmamış Sevin, belki Pıtırcık’ın Bisikleti‘ni okuduğu için diyeceğim ama o zamanlar Türkçeye çevrilmemişti sanıyorum.

Suatpark Sineması, Feriha, mekanlar ve insanlar için, kayıplar için yazmaktan başka ne kalıyor geriye, hafıza kendini yoklayıp dinç mi kalmaya çalışıyor, bilincimizle farkına varamadığımız biyolojik bir süreç mi, anıları diri tutmak yaşamın kendini korumaya almasının bir yolu mu, Sevin bunları düşünmeden yazdığı için sezgisel bir mutluluğa kapılıyor mu bilmem, öznel tarihçelerden aşırı keyif alıyorum ben. Katı gerçekçilik olmasın, şehir tekrar kurulsun da zihinden geçerken değişsin, tanınmaz olsun mümkünse. Mümkün: Teyzelerle seyredilen filmlerde dökülen gözyaşları vardı Sevin’e göre, annesine göreyse yoktu. Şehrin bir parçasıdır artık. Sevin’in yazdığı şiirler keza, Doğan Kardeş‘te çıkarmış, sevinçten havalara uçmalık. Foto Sabah’ta fotoğraf çektirilen yıllarmış, hani dergiye yollamalık ve Ayşe Kulin’e öykü olmalık. Sırf Sevin’in şiirleri yokmuş tabii, Eser Tunçbilek’in o kafiyeli, redifli şiirleri kıskanılacak kadar güzelmiş, Sevin öyle diyor, kesin anneyle babanın eli değiyormuş o şiirlere. Buradan devam madem, evde bir sandıktan kitaplar çıkmış, “babahala” hemen yetişip kitabı çocuğun elinden almış, yasak olduğunu söylemiş. Ortalıkta dolanması sakıncalı kitap, kurukafalı veya şiirli, hani Sevin okusa Maltepe’deki evin önünden geçen raylardaki bir günü anlatan şiire denk gelebilir, memleketinin insan manzaralarını izleyebilirdi, olmamış.

Küçük Sahne küçücüktü, çocuk gibi. Tavanında içinde kırmızı, bazen de sarı ışıklar sızan delikler vardı, bir sürü. Bir seferinde saymıştım, üç yüz altmış bilmem kaç taneydi. Sayarken çok komik olmuştum, tersine kuğu gibi başım arkaya yatmıştı. Annem sinirlenmişti. Ne yapıyorsun çocuğum, demişti bana. Ne yapacağım, ışıklı delikleri sayıyorum.” (s. 54)

Süreyyapaşa’da deniz fasılları elbet, plajdan gelince bisiklet, bayram telaşları. Kurbanlıkları çok severmiş Sevin, kesilmelerine gönlü razı gelmezmiş ama babasının işleri, keserlermiş. Tabakta gelen eti görünce anlamış Sevin, babasının bile sırt çevirdiğini düşünmüş, yapayalnız kalmış dünyada. Çocuğun yapayalnızlığını kimse taşıyamazmış, kitaplardan başka. Kasap olmaktan vazgeçmiş Sevin, bir kitap daha okumuş. Zevaco okumuş bayağı, Pardayan’ın maceralarını değil de başka maceraları. Pal Sokağı’nda koşturmuş, oradaki tatlı velet gibi hasta olmuş ama iyi bakmışlar. O kadar iyi bakmışlar ki daha az iyi baksınlar diye yüzünü duvara dönermiş, yoksa iyi olup olmadığını sorup dururlarmış. Bir de tifoya yakalanmış, azar yemiş ama kasten yakalanmadıysa ne yani. Bir yerini kırmamış bari Selim gibi, haşarı kardeşi evin içinde taklalar, parendeler atarken ablasına nispet yaparmış, sonra vay anam yandımlı bir koşu tutturunca kıs kıs gülmemiş Sevin, kardeşinin canının çok yandığını görmüş, zaten bir koşu Şişli Etfal’e götürmüşler de hademenin teki sarıvermiş. İyiymiş çıkıkçılığı, doktora göre çok iyi sarmış. Eskiden iğneciler de mi varmış hastanede, hademe iğneciler, öyle bir şeyler yazıyordu bir yerlerde. Yazık, o gece Münir Nurettin’in konserini kaçırmışlar, Sevin pek çok konsere gitmiş de müzik zevkini geliştirmiş ama üzülmüş onu kaçırdığına. Kulağı iyi değil, yine de büyük keyif alıyor müzikten. Oyunlara gidiyor, sinemaya gittiği malum, annesiyle babası kültür sanatla doldurmuşlar kızı. Sevin dolmuş dolmuş da taşmamış, daha fazlasını istemiş. Gerçi taşmış yahu, on yaşında ilk romanı. Başlangıç güzel, Sevin iyi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!