Bakmaya üşendim şimdi, hani yenilikçiler gömmüştü kaside falan yazarlarını eskiden, bir kadın çizmişlerdi de kadının kaşı kiraz, ağzı ebegümeci, dalga geçiyorlardı bir güzel. Bunu şimdinin betimleme, benzetme fışkırtan yazarları için yapmak isterim, korkunç örnekler var. Bulutlar kartopu oynayan çocukların gökyüzüne fırlattıkları olsun da çocuğa dair hiçbir şey olmasın öyküde, hadi çocuk yok ama bir çocuk hissi koy, o da yok, kaskatı bir şey anlatıyorsun sonra. Kışın soğuğunu koy bari. Yahu gökyüzü koy da üfürdüğünün izini takip edelim, iş olsun diye yapmamış ol. Yok. Farımaz bu açıdan çok yordu beni, şeklinden yıldım, anlattığındaki taklaları izlemekten karakterlerin girdisini çıktısını, toplumsal mesajlı diyalogları takip etmekte zorlandım. Gerçi faydası da dokundu bunun, bir anda değme hatip kesilen köylülerin tiratları daha az tırmaladı gözümü, politik megafon kendiliğinden kısıldı, iyi. Bangır bangır bir ideoloji var öykülerde, çok büyük bir kesik, hatta eğretilemeler bile hafif kalabilir yanında, öylesi. Beş on adım geriye almak lazım bunu, kuşları kalbin boyutsuz enstrümanları falan olarak görmemek de olsa tamam diyebiliriz. Jüride iyi yazarlar var, malum sesi açık metinlerini biliyorum da böylesini nasıl taltif etmişler efendim, anlaşılır gibi değil. Bu kitap Akademi Kitabevi 1984 Öykü Birincilik Ödülü’nü kazanmış, seçici kurul: A. Kadir, Vedat Türkali, Emil Galip Sandalcı, Demirtaş Ceyhun, Alpay Kabacalı, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Aziz Çalışlar, Refik Durbaş. Kadro sağlam da öyküler sallanıyor, mesela Erendiz Atasü’nün kitabını seçen kurulun üyeleri büyük ölçüde korunmuştur diye düşünüyorum, e canavar gibi de fark var iki kitap arasında, Farımaz neden? Arada bir iki öykü var, gerçekten başarılı, önce onlara bakayım: “Bir Masal mı” ömrünü baştan sona değişimlerle geçirmiş yaşlı bir kadının hayat muhasebesi gibi görülebilir, Osmanlı’nın en hareketli döneminde dünyaya gelen hanımefendinin devirleri baştan başa aşarken edindiği izlenimler tam hikâye. Anlatırken yağmur yağıyor, sular gibi akıyor anılar, sık sık karşımıza çıkacak bu yağmur, nehir, kurgunun akışkanlar mekaniği. Hanımefendinin çocukken yaşadığı ev Bağdat Caddesi’nde, şehzadeler her cuma piyasaya çıkıp hava basıyorlar. Önce şehzadeler kayboluyor ortadan, sonra huzur. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada çarşafa giriyor genç kız, başlarda umutluymuşlar ama İTC’nin ülkeyi savaşa sokmasının pek de iyi bir karar olmadığını anlamışlar. Bir çağmış savaş, herkes bir şekilde içine sürüklenirmiş, uzak durmaya çalışmanın pek faydası yokmuş. Yavaş yavaş ortaya çıkıyor hanımın görüşleri, ilgiyle izliyoruz. “İşte, tıpkı şimdiki gibi gencecik ölümlerin üstüne sorular sormakla yetinirdik. Yalılarımızın rahatlığı evrensel acıları bile damıtmış, kala kala bürokratik tartışmalar kalmıştı bize.” (s. 72) Bu berraklığa her öyküde rastlayamadığımız için vaha bulmuş kadar oluruz yani, gencecik fidanların her yandan esen sert rüzgârlarla eğilip taşkın bir nehrin haşin ellerinde kırılıverdiğini de görebilirdik, görmedik. Neyse, hanımın babası ticaretle uğraşır ama namussuz değildir, savaş vurgunculuğu yapanlar hızla zengin olurlar da baba bildiğini yapmaya devam eder, en azından ailesinin başını eğdirmemiştir. Kızıyla kitap okumayı sever adam, birlikte Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Mehmet Emin okurlar, Ziya Bey’in düşüncelerini tartışırlar, 1918’in fırtınalı günlerinde hayatta kalmaya çalışırlar Sivas’ın bir köşesinde. 1919 oldu mu Gazi Mustafa Kemal’i görmeye giderler, aynı yıl kadın Talat Bey’le sadece evlenmiş olmak için evlenir, hiçbir zaman hayatının erkeği olmaz o adam, çocuklarının babası olur bir. 1925’te baba ölür, sonra eş ölür, yıllar hızla geçer ve evinin bir köşesindeki biblolardan birine dönüşür kadın, çocuklarının yakınlığından memnundur ama yaşlılığın getirdiği yalnızlığı da derinden hisseder. Bir gün evde düzenlenen bir yemekte memleketin haline dair fikirleri sorulur, te 1900’lerden başlayarak biriktirdiği anılarının özetini çıkarır: Memleketin çocuklarına, ülkeye, insana yazıktır, cumhuriyete hepten yazıktır. Çocuklarından biri dayanamaz, annesinin konuşması bitince “validenin Kemalist olduğunu” söyler. Gizemi ortadan kaldırır bu, başlar sallanır, kadın iyice gömülür yalnızlığına. Öyküye vedası da güzeldir, İstanbul’da geçirdiği onca yıldan sonra: “Ah nasıl da uzadı kış, erişilmez uzaklıktaki vapur düdükleri, talikaların tıkırtıları, yorgun bahçe duvarları, nasıl da uzadı gene… Eski bir saatın sarkacıyla salınıp duruyor zaman: Şimdi İstanbul’da ışıklar içinde kimbilir ne güzeldir yağmur.” (s. 77) Orta karar örnek bir de, “Gece Uyumaz”. Silah sesleriyle dolan gecenin engellediği balkon sefaları özlenmektedir ama asıl özlenen o mücadele dolu günlerdir, yitik arkadaşlar. Pelin kanlı balkonu hatırlar, Kerem öldürüldükten sonra gelen birtakım adamların haybeden araştırmaları sonuç vermemiştir ama şaşırtıcı değildir bu, o günlerin cehennemi öyledir. Şimdi aynı evde vanilyalı puding yapmakta, içeride çocuklarıyla birlikte televizyon izleyen Erhan’a içten içe öfkelenmektedir. Bir şeyler yitmiştir, aralarındaki yakınlığı tekrar kuramamak iyice bitirmiştir Pelin’i, bitikliğini dile getirdiği için menopoz bahsini yine açan Erhan’ı karanlıkta kaybolan bir figür olarak görür. Televizyon açıktır o sıra, esas konuşulması gereken şeyleri engellemektedir, başkalarının hikâyeleri yüzünden derinleşen krizi aşamazlar, karanlık geceye dönen Pelin yalnızlığını kabullenir, aslında çoğu öykü bu tür bir yalnızlığı benimseyen karakterlerle doludur, çeşitlemelerdir mevzu. “Dostluk” diyelim, memleketten iki arkadaşın yıllar sonra hesaplaşması. Biri kürsü sahibi olacaktır neredeyse, siyasi hareketlerden elini eteğini çekmiştir, geldiği yerin kaderi olan yoksulluğu aşıp konformizmin sıcak kucağına atlamıştır. Hapse girip çıkan diğeriyse bir zamanlar saygı duyduğu abisinin dönekliğini kabullenemez, büyük bir kırgınlıkla ayrılır restorandan, hesabı ödeyerek son darbeyi de indirir. Müstakbel kürsü sahibi öyle düşünür en azından, dönüştüğü insandan utanır ve gözyaşlarına boğulur, bir başınalığı cezadır adeta. Bireyciliğin zararları, öykü bu. Anlatımda, dilde bir hadise yok, olsa alıntılayacağım, ilginç bir şey gördüğüm zaman mutlaka alıntılıyorum. Şu mesela: “Bilmiyor muyduk etlisinden sütlüsünden yemeyi? Bilmiyor muyduk çok katlı evlerde oturmayı? Çocuklarımızı, karılarımızı elvan elvan giydirip caddeler boyu gezmeyi bilmiyor muyduk?” (s. 106) Şunu kime söylettiğini sırf beş kez düşünmek lazım mesela, kahveden Hilmi Dayı tıynetinde biri söylediği zaman olmuyor, can sıkıyor. Bu adam göçecek, ailesiyle birlikte şehre gelecek ve fabrikada çalışmaya başlayacak, o sıra evinin temelini atacak ama parasızlık yüzünden bitiremeyecek inşaatı, eşinden dünyanın azarını yiyecek. Tipik: Onun gibi erkek olmaz, erkek dediğin şak yapıştırır parayı, ailesine bakar, bir dünya klişe. Bu kadın şunu söylüyor sonra: “‘Ne kötü, isteklerimiz yerine getirilsin diye gülümsüyoruz birbirimize.’” (s. 109) Vay yani. İşte, grev var bu öyküde, grev kırıcılar var arada, hakları vermediği için işçiler tarafından linç edilen bir mühendis var, şöyle hafif masalsı bir mesken de var ki bilinir, bu tür yerleşim yerleri geniş açıyla alınır, içi dışı süslü püslü anlatılır, sonra sakinlerinin maceralarına geçilir. İşe yarar bir taktik, en son Çağdaş Küçük’ün bir öyküsünde gördüm, maziyi yad ettim. Mekanı mutlaka anlatmak lazım ki insanlar şöyle iyice bir otursun yüzeye, aman havada kalmasınlar. Mekan öyle şık anlatılmazsa havada kalırlar çünkü. Çok şık bir anlatım lazım. Şıklık gerekiyor.
Çoğu vasat bu öykülerin. Denk gelen okusun yine, ne bileyim.
Cevap yaz