J.-B. Pontalis – Pencereler

Sözcüklerin akışkanlığı görülmüş şeydir de böylesi nadirdir. Kapsadıkları bir anlam alanı vardır sözcüklerin, kavramlaşarak genişletirler veya daraltırlar, çağrışımlarla başka anlamları tıkarlar içlerine, durukluktan hayli uzaktırlar ama sınırları vardır, aştıkları çizgi bellidir. “Dahası, bir sözlükte, alfabeyi A’dan Z’ye izlemese de kapanmış, bitmiş bir şey vardır. Oysa benim niyetim, örneğin tutarlı olmak iddiası ile kendi üzerine kapanan söylemlerde olduğu gibi, her türlü kapalı olana karşı olmaktı. Daha çok kendimi açmayı ve belki okuyucuya da birkaç pencere açmayı hedefliyordum, eski doktorların şu önerisini sahiplenerek: ‘Biraz hava değiştirmelisiniz, size iyi gelecektir.’” (s. 13) Nedir, analist koltuğu pencerenin yanındadır Pontalis’in, bazen bir leylek girip dolanır odada, analizanın penceresi de aynı mıdır bilinmez ama yaratılmış, keşfedilmiş bir penceredir onunki, olmuşsa, pencereyse. Çocukluktan başka bir pencere çıkıp geliyor, diğer her pencere gibi duvarının omzunda. Eskiden açılıyordu, şimdi trenlerde pencereler açılmıyor, otellerde keza, arabayla giderken içeride olduğu kadar dışarıda da olduğunu hissetmenin güzelliği kapalı alanda yok. Ressamlar, mesela biri Vermeer, kadınları göğe baktırırlar, düşmeyi çağrıştıran aşağıya değil de yukarıya, erkeklerse hep yüksek bir yerde, tepeden her şeyi dikizliyorlar sanki başka bir şeyi arzulamıyorlarmış gibi. Kapı kapalı, biliş bölümlemiş, yaşamın safhaları oluşlarla parçalanmış, başkalaşım mutlak, bir gün öncekinin çok daha başkasından bir benlik, bambaşka bir benlik daha, upuzun bir zamanın kırıp birleştirdiği. Kırıklardan pencereler, berrak çünkü kırıklık duvarla ilgili, pencereyi ve penceredeni görmek “kendine özgü iyi sınırlanmış bir kullanım” varsa ancak. Pontalis açık pencereleri, kendine ait odaları “yerleştirme” olarak görüyor, bunlar sözcüğe gelmez alanlar, insanı dilsiz kılan. Duyguları ifade eden sözcükler ne kadar az şeyi taşıyabiliyor, sanki uçucu, anlık bile değil, bir temsil ama misal görmüyor bile aslını, o kadar. Bu arada Pontalis şeyleri birbirine bağlıyor kısa metinlerle işte, kavram hırsızlığıyla ilgili metin iyi örnek: Zamanında bir psikanalist bağır çağır inletmiş ortalığı kavramını çaldılar diye, elbette Gilles de la Tourette kendi keşfettiği sendroma adını gururla koymuştur ama sahiplenmenin, mülkiyetin bir yanı ayrıca bu. “‘Benim’ hastalığım!” Tamamen silinirse bulunuşunun hikâyesi bir yerlerde kalır, tıp tarihinin tozuna bulanır da silinip gider belki. İronik: adı hiç unutulmasın diye kendi keşfettiği bir hastalığın tedavisini bulduğu halde saklayan bilim insanı. Na dair öykü, kamunundur, fikri dileyen kullansın. Nietzsche bir nesneyi ötekinden ayıran şeyin unutulmasından oluştuğunu söylemiş kavramın, özgül ve tekil olanın unutulması, bir masa kavramlaştığı -veya şiirleştiği- zaman başka bir şeye dönüşür ya, babayla özdeşleşim hiçbir şeye dönüşmez de öyle anlamsız bir harf yığını olarak kalırsa, anlamın tersi anlamsızlık değil de anlamın yokluğuysa kavramın neyle dolacağını düşündüm, unutularak kopan hiçbir parça yok, baba şeması bomboş diyelim bilişte, sağdan soldan da çalıp çırpamıyoruz ki dolduralım çünkü o kadar geniş bir havsala varsa da anlam yok, o halde kavramı kavrayamayacağız mı demek bu? Her şeyi anlamamızın gerekmediği tam da bu noktada mı bir teselliye dönüşüyor, neye nerede sarılıyoruz da bil(e)memenin acısını dindiriyoruz? Bir yokluğun varlığı nasıl sezilir, varlık hiç olmadıysa yokluk nasıl sezilir, mesela ben hayatımda hiç bir sümbülü koklamadım, bu bir nevi ölüm müdür? Bunu kamulaştıramam, bir metnimde kullandım, çalana dava açarım.

“Kafa ve Oda”: Pontalis yaşamından düşüncesine doğrudan bir kanal açar, çoğu yazısında yapar bunu, yazdığı metin türünü adlandırmasına değineceğim ama bu geçişlilikten bahsetmek şimdinin. Elyazmalarını okurken iki cümleye denk gelmiş, düşün deli etmeyen bir varsanı olduğuna ve karabasanın odaya yayılıp düşlerin kafa içinde kalmasına dair. Karabasanda iç dışlaşıyor, düşün zırhı kırılıyor da karabasan fırlayıveriyor yaşama, kafaya oda sıfatını verirsek dışarı çıkıp yabancılaşabiliriz ona, yine bizimdir ama dışarıya neleri bıraktığını tam anlamıyla nasıl bileceğiz. Düşlerin beyni algısızlıktan koruma aparatı olduğuna dair bir fikir atmış ortaya nörologlar, hiçbir şey algılayamadığımız ortamlarda beyin sanrı üretmeye başladığına göre makinenin işlemesi için bir şeyler “görmeye”, duyumsamaya ihtiyacımız var. Kabusları eşiğin aşıldığına dair bir kanıt olarak görüyorum, veriler düş için işlenirken o kadar da kapalı tutulmuyor kabuslara yol açanları herhalde, belki kocaman, tek bir alana dönüşüyordur hafıza, duvarların yıkıldığını gösteren bir başka ihtimal. Biraz çeşitleme nasıl olurdu, şöyle: “Düşünü kuruyorum, düşleyen bir gündüz düşüncesinin… düşsel değil düşleyen. Ne olduğunu tanımlamaktan tümüyle acizim. Düşlerimizde olduğu gibi gidilecek yönün bilincinde olmadan ilerleyecek, yalnızca kendi hareketinin gücüyle sürüklenen, sonunda ışıklı bir noktada birleşecek çeşitli yolları kullanan bir düşünce olabilir mi?” (s. 30) Dilin yetişemeyeceği, kurallarının ayak bağı olacağı düzlem, gerçi Pontalis şiirin yaklaşabilirliğinden bahsetmiyor ama yine de çok uzak, belki resim yaklaşabilir. İyi bir yazardansa iyi bir ressam. İyi bir şiirdense iyi bir renk. Rengin iyiliği. Reseptörler engel değil mi bu kez, belki daha dolaysız bir algılama biçimi olduğu için öne çıkıyordur, olabildiğince az işlemle görmek. “Gözaltında Özgürlük” kendini görerek çoğaltan bir çocuktan doğmuş besbelli, düşündüğünü düşünmek, gördüğünü görmek o çocuk için varlığını olumlama yoluna dönüşmüş, öngörülebilirliğe boğulmakla bir. Dışarıdan göz, içeriden göz, pencerenin iki yanından birbirine bakan ve her şeyi köşeleyen, belirleyen, bilinmeyene yer bırakmayan özne/nesne. Kendiliği ayırmak her şeyi içeriye yığıp tek bir belirliliğe tutunmak, karşılıklı gözlemin tutuklu kıldığı bakışa yaslamak bilinci. Kısır.

“Nostalji”: Kökü belli, İsviçreli paralı askerler evlerinden uzaktayken beslenmeyi reddedip kendilerini ölüme terk ediyorlarmış. Dönülebilecek bir yer varsa eylem anlamlıdır ancak, “dönmek” istikameti değiştirecek, dağınıklığı toparlayacaktır. Evrenin nostaljiye kapılıp toparlanacağı o büyük yok oluş, yeterince yayıldıktan sonra. İkili: bakışın ucunda dönülecek şey var ama ilerlenen uzamda. Wolfe’a göre eve dönemeyeceğiz, peki eve gidebilir miyiz? Nostalji aynılığın özlemiyse hayır, evin sembolize ettiğiyse evet. Tam olarak neye dönüş, kim olarak, kavramlaşan sözcük kavramlarımızla dolmayı bekliyor. “Öyleyse geçen ve yıkan zaman, yaşayan bir yerin ideal biçimini almaya çalışır. Doğulan yurt yaşamın eğretilemelerinden biridir.” (s. 41) Ölümden yola çıkıyor Pontalis, yaşamın doğduğu yurdu bulmak aslında yaşamı bulmak için. Yaşam her şeyin replikası, her şeyi kendine benzettiği için o oluşun niteliklerini tekrar sunabilir, sunduğu yerdir ev, yaşamın kendisidir. Bir de “Zalim Organlar”, bitsin. Fournier Otopsim‘de organlarını ne şamarlıyordu ama, diğer eliyle severek. Hastalık hastalığını kıskanç aşka benzetiyor Pontalis, belirtiler güvenilir değil, her bir rahatsızlık farklı kaynakları işaret ediyor, bu durumda vücudumuzla itmeli çekmeli bir ilişki kuruyoruz. Bir ağrı girdiği zaman bacağıma, söz gelişi bisiklete bindiğimde, o ağrının son zamanlarda ziyaretime sıkça geldiğini düşünüp bedenime kızıyorum çünkü beni bırakacağını söylüyor. Eş zamanlı olarak bedenimi seviyorum çünkü bırakacağını söylüyor, ben bedenim değilsem beni bırakacak, bedenimsem bütünleşip birlikte gitmeyi önerecek sanki. “Organlarım: İçimdeki onca nesne güncel, gizli rakiplerim, acımasız saldırganlar oldular. İşte ben onların kurbanıyım.” (s. 69)

“Kendiniyazmak” (autographie) diyor bunlara Pontalis, bir “özneben” oluşturmaya çalışıyor yazıyla, kendiliğin yazısıyla.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!