Ayşe Kulin – Foto Sabah Resimleri

Paşa torunlarının yokluğa yenik düşmeleri, mazinin kalpte yarayken daha da derinleşmesi bir yana, burjuvaların işçi sınıfını ezim ezim ezmesinden absürtlüğe varan kupon avcılığına kadar çeşitli meseleler var Kulin’in öykülerinde, yazacağı metinlerin kodları diyebiliriz. Bir Varmış Bir Yokmuş‘ta fantastiğe dokunan öyküler vardı mesela, okuyalı da on beş yıl olmuştur ama şu kuponlu öykünün havasını taşıyordu sanıyorum. Kayıp zamanı bulup kaydını tutmak zaten Kulin’in diğer metinlerinin temeli, bir nevi yas. “Foto Sabah Resimleri” besbelli bu kaynaktan, birkaç bölüme ayrılmış öyküde Emine’nin anneannesinin onlarca yıldır oturduğu evden taşınmak zorunda kalması koca bir geçmişe veda etmenin acılarıyla dolu. Piyanonun beş para etmemesiyle ninenin yaşlılığı bir, seksen yıllık arkadaşlık sona ermek üzere, evin kirasını karşılayamadıkları için önce piyano, sonra nine çıkacak evden. Beyazıt’ta deniz gören bahçeli bir konaktan Nişantaşı’nda Teşvikiye Camii’ne bakan apartmana taşındıkları zaman da hüzünlüymüşler, nine eşini yeni kaybettiği için geçim sıkıntısının ne demek olduğunu bilmiyormuş, elli iki yıl sonra öğreniyor. Emine makul bir şekilde anlatmaya çalışmış ama ne torununun ne de kızının evine yerleşmek istiyor nine, gücünün yettiğince bir başına kalacak. Başkasının girdiği ayakyoluna girmez, köhne apartmanlarda oturmaz, manzarasız evlere yüz vermez, eskinin konforunu olabildiğince yaşatmaya çalışır, hikâyenin nasıl sonlanacağı malum da bir iki konu var, Kulin kadının değişen konumunu sıkıştırıyor araya: “O, beybabasının tüm ısrarlarına karşın, evlenmeyi okumaya tercih etmiş, ömrü boyunca hiç iş görmemiş, çocuğunu dadılara baktırtmış, su kaynatmayı bile becerememişti. Ben, onun ‘üniversiteye evde kalan kızlar gider’ zihniyeti ile mücadele etmiş, hayatı çok genç yaşta göğüslemiş, çocuklarımı kendim büyütmüş, uzun yıllar boyunca çalışmış, iş dönüşlerinde yorgun argın yemeğimi pişirip, bulaşığımı yıkamak zorunda kalmıştım.” (s. 21) Emine ninesinden nefret etmiştir uzun süre, esmer bir oğlan doğurduğunda bebeğin o aileden olamayacağını söyleyen ninesinin Çerkes beyazlığına kin tutmuştur, belki bu yüzden kadının ziynet eşyalarını yıllar içinde teker teker iyi ederken suçluluk duymamıştır pek, anca evden ayrılma zamanı gelene dek.

“Taş Duvardır Benim Sevdam” besleme Gülbeyaz’a boklu prenslerden birinin tecavüz etmesinden sonra kızın bakkal çırağına kakalanmasının hikâyesi. Gülbeyaz dünya iş yapar, karşılığında itilip kakılır, bir de hamile kalınca iyice bela haline gelir. Kendi yaşlarındaki Hasso’yla evlendiği zaman konağın derdinden kurtulduğuna sevinir, bir göz evi çiçek eder de yatağa girince taş kesilir, ilk geceden sonra yüz vermez kocasına. Adam için işkence resmen, çocukluk arkadaşı Recep’in verdiği akıl olmasa kızı tepecektir de aklını başına toplar, konuşmaya, derdi anlamaya çalışır. Dilinin ucuna kadar gelir söyleyecekleri Gülbeyaz’ın: “Ben seni kandırdım Hasso. Hepimiz kandırdık seni. Sana kız diye, karnında bebesiyle bir çürük elma yolladılar. Sen hiç fark etmedin mi ah aptal Hasso…” (s. 45) Söyleyemez, en son hamile olduğunu söyleyecektir, bahanesi sağlamdır. Hasso’nun kafası da pek çalışmaz anlaşıldığı üzere, Gülbeyaz’ın hamile kalmasıyla gerdeğe girmesi arasındaki süre çoktur, Hasso o şişkinlikten işkillenebilirdi ama konaktaki hanımlar şişirmiştir hemen, Gülbeyaz kısa olduğu için karnındaki çocuk aşağıda toplanmıştır (!) da pek görünmektedir. Gülbeyaz için vicdan muhasebesi, gerçeği söylese kan çıkacak belki, evliliği mahvolacak. Versin kararını, kader. Kulin yine değişimin izlerini takip eder arada, Büyükhanım gelinini pek sevmez çünkü lise bitirmiştir gelin, kadın kısmına tahsil gerekmediğini düşünen Büyükanne araya mesafe koyar hemen, ona göre kadın kısmı sağlıklı, becerikli ve doğurgan olsa yeter, üç beş erkek doğurdu mu işini yapmış sayılır.

“Duruşma” en iyi öykü belki kitaptaki, çok sert, vurucu. Yargılama sürecini karakterlerin bakış açılarından görüyoruz, önce yargıcın gözünden. Saliha bakımsız, bezgin, kafasında bir çığlık yankılanıyor sürekli. Bir yarım rakıyı devirip zıbaran kocası etkisiz eleman, mutsuzluğun somut hali. Annesinin dırdırını kesmeyi başarmış ama kanserini yok edememiş tabii, esas sıkıntısı bu meseleden. Baktığı davaya Avukat Şükran’ın eli kolu uzanmış, kıskıvrak yakalamış Saliha’yı. Şükran’ın müvekkili sık sık Fransa’ya gidiyor, kanser ilacını getirebilir, çok iyi ama bedeli çok büyük: Saliha müvekkile kazandıracak davayı, çocuğun velayetini anneden alıp müvekkile verecek. “Artık bu dava, 10. Asliye Hukuk’un en ilgi çeken davalarından biri. Kalemdeki kızlar duruşmaları izlemek istiyorlar. Bir davanın neticeye bağlanamadan niye bu kadar uzadığına, niye her bir celsenin arasına üç dört ay gibi uzun süreler konduğuna akıl erdiremiyorlar.” (s. 53) Eh, anne gelip bir şekilde yalvarıyor Saliha’ya, yalancı şahitlerin ipliğini pazara çıkarıyor ama karşı tarafın eli çok güçlü, gerçi Saliha bir celsede bitirir işi, çocuğu anneye verir de kendi annesine ilaç gelmeyecek o durumda. Müthiş bir çatışma, Saliha’yla annenin yüz yüze geldiği bölüm kan dondurucu, dava sürecinde şahitlerin söyledikleri ve çocuğun annesine bir türlü dönememesi korkunç, hikâyenin orası burası o kadar etkileyici ki tepeden inme çözüm yadırgatmıyor hiç: annenin bir arkadaşının dediğine göre başsavcının bir dediğini iki etmediği sevgilisine gitseler iş çözülürmüş, o kadın da eski kocasından çok çekmiş, yardımcı olurmuş mutlaka. Plan tıkır tıkır işliyor o noktadan sonra, önce kadını görüyorlar, sonra başsavcıya gidiyor anne, gerisi adım adım geliyor. Üç buçuk yıldan sonra bir telefonla şıp diye çözülen sorun, yargıcın tamamen ağarmış saçları, salondaki sevinç, duygular şelale. Saliha’nın ilaç meselesi kalıyor bir, ona üzülebiliriz ama çocukla annenin kavuşmaları teselli.

“Unutmak” da sağlam, ülkenin siyaset çöplüğüne dönüşmesiyle gizemin birleşimi. Anlatıcı hastanede, kaç ameliyat geçirmiş belli değil, organları dikilmiş, kemikleri çivilerle birleştirilmiş, on haftalık bebeğini kaybetmiş bir de. Genç, güçlü ama hafıza kaybından mustarip, kim olduğunu hatırlamıyor. Evli mi, ailesi var mı, kimin nesi belli değil, yaşamına dair parçalar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayınca Kafka’yı bildiğini görüyoruz, yabancı dili var, Nâzım Hikmet’in bir şiirini ezbere okuyabiliyor ama Doktor Adnan’a göre okumasa daha iyi, kim olduğunu araştıran Komiser Necati yanlış anlayabilir. Kadının anarşist olup olmadığını anlamaya çalışıyor Necati, soruları dolambaçlı, punduna getirmek istiyor ama kadının kafa zehir gibi olduğu için oynatıyor polisleri. Geçmişini hatırlamış tabii, direniş ve mücadeleyle dolu günlerinden fragmanlar sunuyor bazı, ailesinden nasıl koptuğu, örgüte nasıl katıldığı bir bir geliyor gözlerinin önüne. Unutamayacak ama Adnan’ın uzattığı eli tutarsa belki her şey daha kolay olacak. “Çaya Gelen Konuk” da benzer zamanların öyküsü, üst sınıfın evini basan mazlum, çaresiz bir devrimci oğlanın aileyle kurduğu ilişki esas mevzu. Kadınla oğlu gündelik işlerle meşguller, baba henüz gelmemiş, zil çalınca anne kapıyı açıyor ve genç adamın eve fırtına gibi girmesini engelleyemiyor. Polisler dışarıda, adamın saklanması lazım. Kadının ödü kopuyor ama bakıyor ki adam zararsız, önce yiyecek bir şeyler veriyor, sonra oğlunun matematik ödevini birlikte yapmalarına izin veriyor. Anarşiklerin gebertilmesi gerektiğini okuldan mı, bir yerlerden duymuş çocuk, adamın anarşik olduğunu bilmeden hayalî silahını çekip ateş ediyor, grav grav! Kulin etkileyici sahne yaratmada pek maharetli, öykülerinde var böyle tansiyon yükselten olaylar.

“Sadece 1457 Kupona” bir zamanlar gazetelerin kuponlarla dağıttığı zımbırtıları merkeze alan bir öykü, kuponla seks partneri dağıtılan dünyada aile ne olur, insan arzularına ket vuramazsa daha kaç kupon toplayabilir, bu tür mevzular.

Kulin’in dilini biliyoruz, hikâyelerini kurma biçimini biliyoruz, farklı bir şey beklemeyeceğiz ama ele aldığı çatışmaların niteliğinden ötürü şiddetle övebiliriz kendisini.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!