Yığınları düzenliyorum arada, yakın zamanda okumak istediklerimi çekip okumak istediğim yığınların üzerine koyuyorum çünkü tanımsız yığınlarda kaybolup gidiyor kitaplar. Okumak istediğim yığınların tanımsız yığınlara dönüşmesi zaman almıyor pek, yeni gelen kitapları boş yerlere yığıp yakın zamanda okumak istediğim yığınlara dönüştürmeye çalıştıkça diğer okumak istediğim yığınlar tanımsızlaşıyor, yani aslında bir yerden başka bir yere taşıyorum yığınları, hiçbir şey değişmiyor. Benim gibiler için kitaplık, kütüphane falan lüks, bizim yığınlarımız vardır. Bir yerlere tıkıştırıp belki -abartmıyorum- yıllar sonra gördüğümüz kitaplar vardır, bu unutuş yüzünden kitapları tekrar tekrar alırız. Kitaplık yer kaybıdır, kitaplık yerine kulelerimiz yükselir tavana dek, aşağılardaki bir kitabı almak için kulelerin bazılarını alçaltırız, haliyle bazılarını yükseltiriz, irtifa sürekli değişir. Boğmaz değil, onca yığın yüzünden kaygılarımız vardır, dertleniriz, ömür yetmeyecektir çünkü. Yığınları düzenlerken bu sabah, Ölü Ekmeği, vermeyeyim çünkü Doğu’nun insanlarının bulunabileceği en iyi kaynaklardan biri olmasının ötesinde Doğu’nun anlatımı, dili, yerelliği, havası suyu da var bu öykülerde. Dursun Akçam’ı sırf bu öykülerinden de bilmem, Analar ve Çocuklar ~ Kanayaklılar diye bir metni var, ben meşhur irfanımızın neden üfürüldüğünü bu metni okuduktan sonra anladım, öylesi bir korkunçluğu örtmek için bir başkadır elbet bizim memleketimiz, irfanımız dillere destandır falan. Aklıma gelenlerden biri de Osman Şahin, ne öykücü! Anadolu insanının değer kodlarını sunar resmen, eşsiz anlatımı cabası. Mesela Ömer Polat daha içeriden anlatır, bahsettiğim iki yazardan çok daha politiktir ama Saragöl‘de tutturamaz kurguyu, roman karakteri olduğunun farkında olan karakterler kurar, sahneler yaratır, tabir doğruysa “edebiyat yapar” ve anlatının temelini oluşturan feodal yapıyı başarıyla yansıtmasına rağmen romanın dinamiklerini takır tukur aksatır. Akçam’a dönüyorum, hiçbir metnini elden çıkarmam ama İlhan’ın bu metnini çıkaracağım çünkü o takır tukurluk rahatsız etti beni, gözüme yönlenmiş parmağı keza. Hikâyedeki mesaj usul usul ortaya çıkacağına arada sırada atlıyor ortaya, kurgu estetiğini de sallamıyor. Tamam, askerlerin ve korucuların kötülük abidesi olduklarını öyle gördükten sonra bir de şöyle görelim ama olay örgüsünün içinde görelim, anlatıcının didaktik üfürmeleriyle değil. Bir iki hadise oturuyor da çok eğreti, Halil kolonya almak için Öteköy’e gittiği zaman iki asker geçiyor yanından, dünyanın efendileriymiş gibi dolanıyorlar, Halil bunlara selam verdiği zaman dipçiği midesine yiyor, askerlerden biri, “Dalga mı geçiyon lan gebeş?” benzeri bir şey söyleyip yoluna devam ediyor. Meh, çok yetersiz, numunelik ve rastgele olayları anlatıdaki devlet eleştirisinin derinliğini düşününce süs diye ekleyelim gitsin mi? İkinci ve en mühim mesele, yani oraları anlatıyorsanız kültürel yapıyı çok iyi bilmeniz ve daha da önemlisi o yapıyı çok iyi aktarabilmeniz lazım. Korucular, dağa çıkanlar var, köylüler koruculara ve koruculuğa karşı direniyorlar anlaşıldığı kadarıyla, bir aile iki köye dağılmış da düşman olmuşlar, köylüler birbirlerinin canını almak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bunları bir bilim insanı gibi gözlemleyip anlatmıyorsunuz, köylülerden birisiniz veya biriymiş gibi anlatıyorsunuz, o halde okurla o köylerin arasındaki mesafeyi en aza indirmeniz lazım ki iddianızı sıkı sıkı tutun, sağlamlayın. Anlatıcı bu konuda oldukça yeteneksiz, denk geldikçe örnek veririm de daha ilk bölümde iki falso var: “Maral en sevdiği teyzesi bekâr Nasibe’yle, bekâr da pek kibar oldu, buralarda kız kurusu derler, evde kalmış derler, hadi evde kalmış diyelim, evde kalmış Nasibe’yle kapı kapı dolaşıp ‘Akşama buyurun gelin, bekliyoruz’ diyeceği için iş ona düştü.’” (s. 7) Valla buralarda da farklı bir şey demezler aslında, oralarla buralar arasında bir fark yoksa oralar aslında o kadar da oralar değildir, buralardır, buralarda kurgulanmış oralardır. İkna olmadığım bir başka şey: “Yeşerecek ne varsa yeşermiş. Aşağıdakiler buradakilere cayı der. Dağlılar demek oluyor.” (s. 7) Birilerinin bir şeye “cayı” diyerek aslında “dağlılar”ı kastetmeleri, aşağıdakilerle “buradakiler”in farkını öne çıkararak bir yem atmaları mı okura, ne? Ben ne düşünürüm, yeni bir yere gittiğim zaman oranın insanını anlamak için nelere bakacağımı az çok bildiğimden belli kodları çözmeye çalışırdım. Yöresel sözcükler elbette önemli ama dikkat edeceğim ilk şey olmazdı kesinlikle. Davranış örüntülerini çözmeye çalışırdım ilkin, tümden gelirdim. Kurmacada da böyle yapıyorum galiba. Kısacası bu bana kolaya kaçmak gibi geliyor, “peynir” yerine “şömbeşi” denen bir yerle ilgili edindiğim tek bilgi peynire şömbeşi denmesi, başka bir şey değil. Aslında biraz Kırmızı Pazartesi havası da var metinde, anlatıcının azıcık edebiyat bilen bir gazeteci olduğunu söylesem abartmış olurum ama azıcık. İki açıdan da tatmin etmedi beni bu metin, Erhan Bener’in Anafor‘u da benzer yapısıyla vasata kaçıyordu. Olduğu kadar. Mevzu önemli ama, İlhan’ın yüksek tempolu anlatımı da iyi.
Nişan evine kolonya lazım olunca on şişe almaya gidiyor Halil, gidip dönerken başına işler gelecek, döndükten sonra da gelecek ve katliam bölümünden sonra ansızın noktalanacak metin. Toz ve kum fırtınasının uğursuzluğu üzerinden bir doğaüstülük beliriyor, bununla fazla meşgul olmayalım ve fırtına yüzünden açılmayan, kapanmayan kapıyı anlatının ilginçliği olarak kabul edelim. Hiçliğin ortasındaki iki köyde normaldir. Aşağıda bir şehir, yukarıda başka şehir, ortada köyler. Halil on altı yaşında bir genç, halasının ricasıyla Öteköy’e gidip kolonya alacak, dayak yerse de yapacak bir şey yok ki Osman’la karşılaşınca şamarı yemekten kurtulamıyor. Felaket haberlerinin ilki. Kafası da pek çalışmaz Halil’in çocukluğunda geçirdiği hastalık yüzünden beyni yavaşlamıştır, gerçi annesi yalvarıp yakarmasa babası doktora götürmeyeceği için yaşadığına dua etmeli. Akçam anlatıyor işte, özellikle kış zamanı çocuklar ağır bir hastalık geçiriyorsa ölü gözüyle bakarlarmış, o karda köyden çıkmak, hastaneye gitmek imkansızmış ki yazın bile onca yolu aşmak, hastaneye dünya para verip çocuğu tedavi ettirmek yerine ölümü bekliyorlar. Neyse, arada derede ailelerin geçmişlerine de bakarız ve geniş karakter kadrosuyla imtihan oluruz. Halalar, teyzeler, dayılar, dedeler, devletle çatışanlar, teröristlerle çatışanlar, hapse atılanlar, mezara konanlar, kan davası güdenler ve yıllar sonra intikam alanlar, o sırada evi derleyip toparlamak için günde dört beş saat uyuyup geri kalan zamanda köle gibi çalışan kadınlar, erkeklerin yemeği bittikten sonra yemeye başlayabilen kadınlar, zorla evlendirilen, zorla doğurtulan, doğuramayınca üzerlerine kuma getirilen, hor görülen kadınlar zaman zaman karşımıza çıkıyorlar, köylerdeki gündelik yaşamı ayrıntılarıyla görebiliyoruz ama dramatize edilmiş haliyle. Anlatıcı bize Halil’in seyrini anlatırken arada katliam sonrasına dair ufak tefek bilgileri veriyor, Osman’ın tayfası silahları çekip köyü katlettiği zaman gazeteciler gelmiş, birileri gazetecilere devletle köydeki aileler arasındaki petrole dayanan ilişkileri araştırmasını söylüyor, askerin petrol hırsızlığındaki rolünü çıtlatıyor, katliamın PKK’ya yıkılmasındaki anlamsızlığı detaylandırıyor derken iç içe geçmiş çıkar ilişkilerinde devletin kullanışlı aptalları nasıl yönlendirdiğini görüyoruz aslında, yargıdan orduya hemen her kurum ortak bu katliama.
Denk gelen okusun, başka türlüsü aşırı zahmet olur.
Ek: Şimdi gördüm, yerelleştirme çalışmalarından biri deyim ve atasözü kullanımı. Sonlara doğru sabrım tükendi, İlkkan’ın yakasına yapışan Yılmaz olduğumu hayal edip rahatladım.
Cevap yaz