Hayvanız. İyi bir şey. Diğer hayvanlar kadar hayvan olmadığımızı düşünüyoruz, bu kötü bir şey. “Açlık ya da susuzluk gibi duygular daha kolay kabul edilirken, hayvanlarda mutluluk, keder ya da empatiden söz edilince kimilerinin tüyleri diken diken oluyor. Oysa amaç hayvanları insanlaştırmak değil, daha iyi anlaşılmalarını sağlamak. Bu karşılaştırmalar, hayvanların evrim skalasında bizim çok gerimizde kalmış, bizdeki acı ya da benzeri duyguların zenginliğinden nasibini alamamış aptal yaratıklar olmadığının anlaşılmasını sağlar.” (s. 210) Biz şehre bakarız, beton yığınlarını görünce üzülürüz, yanımızdan motorunu patlatıp geçen arabanın şoförüne küfrederiz, kuşlarsa hunharca ötüşerek tepkilerini gösterirler çünkü onların öfkeyi gösterme biçimi budur. Tabii insanın öfkesiyle kuşun öfkesini kıyaslamak makul değildir ki kuşun öfkesinden kasıt insanın öfkesinin hayvancası değildir, kuşların öfke denen duyguyu on birim, bizim yüz birim şiddetinde yaşadığımızı söylemek saçma olur, nitelik ve nicelik farkından ötürü başka bir açıdan yaklaşmak lazım. Wohlleben birtakım koşutluklara dikkat çekse de insan merkezli bakıştan kurtulmamız mümkün değil, hayvanların kendi çaplarını düşünerek bulabiliriz çıkışı, yani mutlu olup olmadıklarını bilemeyiz ama mutluluğa dair emareler vardır bazı davranışlarında, topluluğu tehlikeye atmamak için yalnız başlarına öldükleri zaman bir nevi fedakârlıktan bahsedebiliriz, ne bileyim, oyun oynarlar ve evrimin enerjiyi boşa harcamamaya dair uyarısını sallamazlar, böylece biyolojik kayıplarını sosyal kazanca dönüştürürler. Huizinga’nın oyunla ilgili savlarını hayvanlarda canlı canlı görebiliriz, iletişim topluluğun daha az tehlikeye maruz kalmasını sağlar en başta. Filiz diyelim, o kadar iyi iletişmişizdir ki ölmeye yatmak için sürüden ayrılıp dağa taşa gideriz çünkü zayıflığımızı sezen bir yırtıcı diğer yırtıcıları çağırabilir, yenen sadece biz olmayabiliriz, yakınlarımız da aslanın kaplanın hedefi haline gelir, haliyle bir çeşit özgeciliğe varır bu eylemimiz. Bunun mutluluk gibi pek çok versiyonunu anlatıyor Wohlleben, kendi deneyimlerinden yola çıkarak hayvanların neler hissediyor olabileceğini açıklıyor. Anıyla karışık zooloji, metnin özü. Biraz daha genişçe bir özet şudur herhalde: “Geyikler, yabandomuzları ya da kargaların, kendi içinde mükemmel olan hayatlarını yaşarken eğlenebildiklerini de kavrayan biri, kadim ormanlardaki yapraklar arasında neşeyle dolaşan o minik hortumluböceklerine de saygı duyabilir belki.” (s. 210) Bu bakışı aklımızda tutarak Beni Asla Bırakma‘yı düşünelim, tesiste kalan çocuklara resim çizdirilir, heykel yaptırılıyor muydu hatırlamıyorum ama sanat sepet işlerine yönlendirilirler, başta ne işler döndüğünü bilmediğimiz için hiçbir halt anlamayız ama mevzu öyle bir noktaya bağlanır ki Ishiguro’nun önayak olduğu genetik etiğe dair sorgulama geleceğin çözülmesi gereken sorunlarını şimdiden düşündürür. Geçtim hayvanı, klonumuzun insan olmadığını düşünür müydük? Bununla ilgili bir öykü de vardı, sanırım Douglas Hofstadter’ın Aklın G’özü nam metninde geçiyordu ki o metin bu tür sorgulamaların tillahının yer aldığı enfes bir metindir. Neyse, adamın biri Mars’ta bir meteor yüzünden havaya uçmak üzere, klonlama makinesine girip eşleniğini Dünya’da üretecek. Kendisi ölecek ama klonu ölene kadarki yaşantısını beynine işlenmiş halde bulacak, hop, bir anda Dünya’ya ışınlanmış gibi olacak adam. Tabii ışınlanma diye bir şey yok çünkü yaşam bir noktada aniden bitip diğer noktada başlayacak, öyleyse ikinci adam ilk adam kadar ilk adam mıdır, ilk adam ikinci adamda yaşamaya devam etmeyecekse ilk adam nasıl ikinci adam olabilir veya ikinci adam mıdır, adamlar bir bayrak yarışını mı sürdürürler yoksa bayrak hiç yoktur da dümdüz bir koşu mudur yaşamları, deli deli sorular. Sonuçta bu sanat eserleri toplanır işte, kamuoyuna sunulur ve klonların da orijinalleri kadar yaratıcı oldukları beyan edilir, insan olmanın anlamı sanat eseri üretebilmeye indirgenmiştir ama insanlar yemez bunu, klon klondur ve insan değildir, haliyle organları için yetiştirilip katledilebilir. The Island diye bir film de var bu mevzuyla alakalı, dileyene. Yani klon insan değil, hayvan da duygulara sahip olduğunu gösteren davranışlara sahip olsa da insanlıktan çok çok uzak. Wohlleben biraz da kapitalist çarkın etkisiyle bu körlüğün yayıldığını söylüyor: “Hayvanlara çok fazla duygu atfedildiği yönündeki itirazlar biraz da insanın varlıklar âlemindeki özel statüsünü yitirebileceği korkusuyla ilgiliymiş gibi bir his var içimde. Daha da kötüsü: Hayvanların da duygusal ve hassas olduğu kabul edilseydi, onlardan böyle fütursuzca faydalanılmazdı, et yerken ya da deri ceket giyerken vicdan azabı duyulur, bütün bunların tadı kaçardı.” (s. 211) Sevgisini “gösteren” kurbanlık hayvanın kesilmesini istemeyenleri anlarsak anlarız, hayvanı zihnimizde tekrar kurmamız, kurarken de kendi bilişselliğimizi düşünmemiz gerekir bunun için. Biraz bilgi sahibi olmalıyız ayrıca, balıkların yakalandıkları zaman acı duymadıklarının gerçek olmadığını bilirsek -acı reseptörleri miydi, iğnenin girdiği bölgede yoğunmuş- bir şeyler değişir, kuzgunların becerilerini iki yaşındaki bir çocuğun becerileriyle kıyaslamayı bırakıp ortalama bir kuzgun için başarıya yol açtığını düşünürsek yine değişir, kısacası biraz şöyle yaklaşmalıyız artık bu mevzuya, Wohllben böyle buyuruyor. Dört yüz milyon yıl önceki ortak atalarımızın, balıklarla omurgalıların beyin yapısı gelişimsel farklar hariç aynı niteliklere sahip, haliyle hayvanlar duygular için gereken donanıma sahip. Eh, insanın düşünsel yetilerine tamamen sahip olmayıversinler, sahip oldukları kadarı duygularla donandıklarını ispatlamaya yeter. Bilinç tam olarak tanımlanamadığı için neliğini başka nerelerde ve ne biçimde bulabileceğimiz azıcık muamma, yine de yorumsamayla bir noktaya kadar gelebiliyoruz. Mesela sinek dikkatini belirli şeylere yöneltebiliyor, hareketsiz imgeleri bulanıklaştırıp hareketli nesneleri netleyebiliyor, müthiş. Bilinçten bahis açmamalı belki de bilince dair nüveler var burada. Yengeçler ve ıstakozlar omurgasız, acı duymaz. Zort! Sadece refleksif hareket gösterdikleri söylenir de reflekslerin acıyla ilintili olduğu ispatlanmış, kendi başına ateşlere atlamayan hiçbir hayvana acı duymadığı söylenemez. Cıvık bir mantar türünün yüz saat boyunca dolanıp ödül yiyeceğini bulduğu deneyler yapılmış, bu canlıların henüz anlayamadığımız bir düzeyde bilince sahip oldukları söylenebilir. Özelliklerine bakınca Life geldi aklıma: sayısız hücre çekirdeğinden oluşan devasa bir hücre, sümüğümsü tek hücreli. İyi veya kötü değil, yaşamın ve kodlarının gerektirdiğini yapıyor sadece, hayatta kalmak için.
Domuzlarla ilgili bölümle bitireyim çünkü bu hayvanlara edilenlerin haddi hesabı yok, o hakaretler kesinlikle yersiz. Düşünüyorum, türlere ait genetik hafızanın nesiller sonra ortaya çıkaracağı evrimsel değişimler bütün insanlığın ortadan kalkmasına yol açabilir, bu gidişle açar. Diyelim mutualist bir yapı ortaya çıktı, çiftliklerde korkunç şartlar altında yetiştirilen hayvanlar bir mantarla işbirliğine girerek insanları cortlatmaya başladılar. Mümkün, malum dizide bu mantarın undan mundan bulaştığı söyleniyordu, bu daha az mümkünse de yine mümkün. Her ne şekilde ölürsek ölelim üstümüze alınmayacağız çünkü diğer türler hayatta kalmaya çalışıyor, en azından daha rahat bir yaşamı kovalıyor. Daha fazla üretim için işkenceye maruz kalan hayvanların intikam aldıklarını bir gün göreceğiz, domuzlara bakalım şimdilik. Aptal değil domuz, kendi ailesini tanıyor, alanını belirleyebiliyor. Son derece temiz hayvanlar, tuvalet ihtiyaçları için belirledikleri yerin dışında bir yere pislemiyorlar, kendi bokunu yiyen domuz var mıdır bilmem ama bu bilgi boşa çıktı. Yaşlıları gençlere nasıl doğum yapacaklarını öğretiyor, zekâları müthiş. Akıllı hayvan imgesi kamuoyunda neden karşılık bulmuyor, çat çut mideye indirildikleri için. Bize göre hayvanlar aptaldır, insanlara hizmet etmek için yaratılmıştır. Ne zırva!
Cevap yaz