Reiki, homeopati, akupunktur ve diğer zımbırtılar. Tamamlayıcı veya alternatif tıp rağbet görüyor, duanın gücüne inananlarla birlikte erişkinlerin %62’si faydalanıyor bunlardan. Her yıl 50 milyon dolara yakın bir para dönüyor, insanlar şifa bulmak için kutsal mekanlara gidiyorlar, bedenlerine iğneler batırıyorlar, yapmadıkları şey kalmıyor. Marchant iyi bir noktadan yaklaşıyor meseleye, hani bilimi bir kenara bırakıp sırf bunlardan medet umarsak cadıları avlamaya başlarız da tamamlayıcı tıbbın yakaladığı bir şeyler olabilir mi, mesela meditasyonun nöronları değiştirme biçimi sinir sistemi üzerinden bedeni etkileyebilir ve bazı hastalıkları ortadan kaldırabilir, plasebo veya nosebo iyileşme süreçlerini hızlandırıp yavaşlatabilir. On küsur başlıkta bütün ihtimalleri inceliyor Marchant, bilimsel verileri ortaya koyup konvansiyonel tıbbın çektiği perdeyi aralıyor, iki kutbu birleştiriyor. Descartes’ın düalizminin pabucu son yıllarda nörolojinin uçmasıyla dama atıldı, beden temsilinin zihinde oluştuğunun anlaşılması yetti buna, öyleyse beyni bir şekilde yapılandırarak bedeni yönlendirmek mümkün. Yeni bir kol oluşmaz, tümör ortadan kaybolmaz ama tedavi sırasında bağışıklık sisteminin vereceği tepki kontrol edilebilir hatta plasebo olduğu bilinen madde bir ölçüde sağaltıma yol açabilir. İki örnek var bununla alakalı, ilkinde otizm tedavisinde ilaç olarak kullanılan sekretinin hiçbir faydasının olmadığı ortaya çıkıyor ama çocuklar gözle görülür ölçüde iyileşiyor, ikincisinde omurgası kırılan bir kadına medikal çimento enjekte ediliyor ve kadın korkunç ağrılardan kurtulup yürümeye başlıyor, yapıldığını düşündüğü cerrahi operasyonun sahte olduğunu bilmese de olur. Araştırmalara göre gerçek ve sahte işlem yapılan gruplardaki iyileşme oranları arasında anlamlı bir fark yok, iki grupta da önemli ölçüde iyileşme var. “İyileşeceğimize dair basit bir inancın iyileştirici gücü” diyor Marchant, belli durumlar için geçerli. “Beyin taraması görüntülerini kullanan Stoessl, plasebo aldıktan sonra katılımcıların beyninde, tıpkı gerçek ilaç aldıklarında olduğu gibi hızlı bir dopamin artışı olduğunu gösterdi.” (s. 14) Dışarıdan gelen bir şey yok, bünyenin salgılamayı reddettiği hormonların vs. plasebo yardımıyla salgılandığını düşünün, Parkinson hastalarında motor nöronların gerçek ilaca yanıt verirken olduğu gibi daha yavaş ateşlendiğini. Araştırmalara göre çoğu ilacı lüzumsuz yere kullanıyoruz, güçlü ağrı kesicileri aldığımızı bilmiyorsak ilaçların hiçbir işe yaramadığının ortaya çıkmasını istemeyen ilaç şirketlerinin bulandırmaya çalıştığı suda çok ilginç gerçekler var, Prozac’ın plaseboyla benzer etkiye sahip olması gibi. Tip 1 diyabet için bu yöntemi kullanmıyoruz elbet, bir de işin etik boyutu var. “Plaseboların etkili olabilmesi için, yalan söylemeniz, etkin tedavi almadıkları halde öyle olduğunu düşünmeleri için hastaları kandırmanız gerektiği kabul edilegelmiştir. Plasebo kullanımını eleştirenler, potansiyel faydaları ne olursa olsun plaseboların, doktorların hastalarıyla olan güven ilişkisini zedelemeye değmeyeceği kanaatindedir.” (s. 24) Bunun yanında azıcık yakınlık göstermenin faydaları saymakla bitmez, Marchant bir dünya örnek sıralıyor. Doğumun öncesinden sonrasına kadar aynı doktorun ve hemşirenin kontrolünde olmak doğumu kolaylaştırıyor, palyatif bakımın niteliğine göre hastaların yaşam süreleri uzuyor hatta aktif tedavi sonucu kazandıkları zamandan daha fazlasını çok daha acısız bir biçimde kazanabiliyorlar, burada anlam devreye giriyor. Kişi neden yaşadı, tutkuları neydi ve ne yapmak istiyor, bunları düşünüp eyleme geçtiği zaman öngörülen süreden daha uzun yaşadığı ortaya çıkmış. Nosebo etkisinden de bahsetmeli, toplu histerilerin kaynağı. Hastalanmak üzere olduğunu düşünen kişilerde gerçek fiziksel belirtilere rastlanması olası, Salem’deki cadı avını bile buna bağlayabiliriz. “Herkes etkilenebilir, ancak sizi kimin ya da neyin hasta edebileceği, büyük ölçüde sosyal ve kültürel altyapınıza ve sizin için neyin inanılabilir olduğuna bağlıdır.” (s. 40) Öykü fikri geldi aklıma, mesela arkadaş ortamında aptalca bir oyun oynanıyor, plastik bir eli aynalar yardımıyla kendi elimizmiş gibi hissedebildiğimize göre bu ele saplanan bıçak da gerçekten canımızı yakabilir hatta o elin esas elimiz olduğunu düşünebiliriz, gecenin sonunda arkadaşımız plastik eli çöpe atmıştır ve o elin peşine düşeriz çünkü Sam Kean’in anlattığı gibi kendi organımıza yabancılaşabiliriz. Beyin öyle oynaktır ki plastik bir eli beden temsiline ekleyebilir ve gerçek eli bir başkasınınmış gibi görmeye başlayabilir, Kean’in değindiği insanlardan bazıları bu yabancı organları kestirmek için Güneydoğu Asya’ya gidiyor, misal bacaktan kurtulunca dünyanın en mutlu insanı oluyordu. Bir de Thinner tabii, Türkçesi aklıma gelmedi, King’in romanı. Çingenelerin lanetine uğradığını düşünen adam, şu durmadan zayıflayan. Anlatının sonunda arayıp bulduğu çingene, “Manyak mısın oğlum, büyü ne lan?” demez, dese Marchant’ın ilgisini çekerdi sanıyorum.
Plasebo ve nosebo gibi zıt kutuplardan örnekler var, meseleyi sınırlarıyla birlikte anlamamızı sağlıyor. “Yorgunlukla Savaşmak” bölümünde olimpiyat koşucusunun antrenmanlarla eriştiği bir seviyeden bahsediyor Marchant, koşucu bütün gücünü son kilometrede harcar ve birinci olur, İngiltere’nin koşuda aldığı ilk madalyaya çok sevinen Marchant’a göre koşucunun çizgiyi geçer geçmez yere yığılması gerekir ama yığılmaz, yere yatıp şınav çeker ve yürür. Şunu anlıyoruz, manipüle etmediğimiz sürece zihnimiz bize enerjimizi korumamızı söyleyen sinyaller gönderir, böylece sonraki işlere başlamamızı sağlar. Evrimimiz gereği ani olaylara karşı harekete geçmek için her zaman bir parça güç kalmalıdır bedende, mesela ben idmansızsam bisiklete bindiğim ilk bir iki sefer hemen yorulurum ama aslında yorulmam, o yolu gidebileceğimi bilirim, manzaraya bakarım ve uyarı çanları durur. Lakin bu durumun tersi korkunç resmen, güçsüzlük. “Kronik yorgunluk sendromu” denen nane hiçbir şeyi olmamasına rağmen insanı yatağa mıhlıyor, kötüleştiğinde sistemleri kapamaya başlıyor ve hastayı intiharın eşiğine kadar getiriyor. Samantha acı bir örnek, gerçi başaracağına “inandıran” terapistinin yardımıyla günlük sporunu aksatmıyor, fazla kaçırdığı zaman bedeninin yine kapanmaya başlayacağını bildiği için sadece çok basit hareketleri yapıyor ve beş yılda iyileşiyor. Psikolojik durumun fiziksel durum üzerindeki etkisi. Literatüre geçmiştir, istatistiklerde yerini almıştır da mutlak bir korelasyondan bahsetmek konusunda Marchant da şüpheci çoğu durumda, Samantha’nın beş yıllık süreçte almış olabileceği ilaçlar, yediği yiyecekler, vücuduna soktukları takip edilmemişse inandırıcılığını yitiriyor bu tedavi. Çoğu sağaltım bu yüzden otoritelerce ilgi görmüyor, tüm faktörlerin göz önünde bulundurulacağı deneyler şart. Kabızlığı veya ishali hipnoz yoluyla geçiren doktoru düşünelim, bağırsakları bir nehirmiş gibi düşünürsek çıkış işlemi kolaylaşıyor bu durumda. Hipnozun çözebileceği bir kasılma durumu falan varsa makul, onun dışında yöntemin geçerliliği çok su götürür.
Ağrıyla bitireceğim, daha pek çok mevzu var da en basiti bu gibi gözüküyor. Bindiği araç havaya uçunca ağır şekilde yaralanan Amerikalı asker hemen memleketine götürülür, neredeyse bütün vücudu yandığı için ameliyatlar, deri transferleri ve ağrı kesiciler çağı başlar. Acılar içinde kıvranmaktadır asker, yanık tedavisinin sıkıntısını gidermek için bedeninin taşıyabildiğince ağrı kesici alır ama fayda etmez. Nedir, simülasyonların ağrıları daha az duyumsattığı ortaya çıkınca tedavi sırasında takarlar gözlüğü, yaralıların ilginç dünyalarda gezinmelerini sağlarlar, böylece gözle görülür bir rahatlamanın kolaylaştırdığı süreç hızla ilerler. Görsel manipülasyon vasıtasıyla ağrıların şiddetinin azaldığı ortaya çıkmış, hatta bir yerde ilaç şirketlerinin değil de oyun veya konsol firmalarının tedavileri desteklemeye başlayabileceğini söylüyor Marchant. “En İyileştirici Oyun Ödülü”. Neden olmasın.
Zihinle bedenin iç içe geçmiş yapısından hikâyeler. En azından alternatiflerin o kadar da tırt olmadığını düşündürüyor.
Cevap yaz