Genette’in terimleri analepsis ve prolepsis tam da öykünün olayını karşılıyor da bu terimlerle, tekniklerle açıklama olayını sevmediğimden yine işkembemin namelerine başvurmak isterim: “Nelson”un anlatılan zamanda geriye ve ileriye hoplamalı yapısı Echenoz’un bir tanıdığının fikri, kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi öyküler bir fikirden veya istekten doğmuş. İstek iyi bir şey, konsept dahilinde yazılan öyküler bir şeyin denenmesine yol açar ve o şey yazarın pek denemediği bir şeyse yeniliğe varır. Öyle temenni ederim. Echenoz’un bazı öykülerinde Perec’i anımsatan taklalara rastlamak mekanla ilgili isteklerden doğmuş olsa gerek, gerçi koca köprüye bindiren geminin katı, kaskatı gerçeklikte hop diye geri sıçramasını bir yere oturtamayız da köprülerle kafayı bozup dünyayı dolaşarak köprü arşivleyen karakteri bağrımıza basarız, bize köprülerin tarihini anlatır, İstanbul’a gelmişliği de vardır, deliliği de ilgi çekicidir, o zaman Echenoz okumalıyız. Evet. “Nelson” meşhur Amiral Nelson’un başına gelenler ve geleceklerle ilgili bir öyküdür, 1802’de İngiltere’nin kırlarında bir konakta yemeğe davetli adamın belli bir zaman kesitine sıkıştırılan yaşamıdır bir anlamda, yani biyografi böyle de yazılabilir ki Echenoz ilginç biyografileriyle de tanınır, gerçi bu öyküden anlaşıldığı kadarıyla Proust’un bol sıçramalı üslubundan edinmiştir biraz. Proust’tan edinmediyse Proust’tan üslup devşiren bir başka yazardan edinmiştir. Kurmacayı şöyle iyi bir silkeleyen yazarları okumasak da onları okuyanlar üzerinden esas yazarlara da ulaşmış oluruz, iyidir. Nelson da iyidir o sıra, on üç yaşında tayfalığa başlayıp o konağa varabilmiştir, nice savaştan sağ çıkmış adamın yüzü biraz solgun olmalıdır tabii, gülümsemesi kırılgandır, çorabı beyaz, ayakkabısı çelik tokalı, sol cebi bir avuç şilinle doluymuş gibi şişkindir. Daha görünür özelliklerine gelelim, bunlara sebep olan hadiseler için üç kez geçmişe döneceğiz. Örnek: “Elinin bardağı tutarken duraksamasının nedeni, bundan yirmi yıl önce, Hinchinbroke fırkateyninin komutanıyken Hint Adaları’nda sıtmaya yakalanmış olması; durmadan depreşen ateşli nöbetlerden, baş ağrılarından, sinir iltihabından ve şu titremeden kurtulamamış.” (s. 8) Elba Adası’nın boşaltılmasıyla ilgili yazının olduğu gazeteyi uzatıyorlar, Nelson soluna koyuyor çünkü girdiği bir savaşta gemisine isabet eden gülle yüzünden sağ gözü görmüyor, sofraya geçildiği zaman tek eliyle hızlı hızlı yiyor çünkü alaybozana hedef olup kol kemiği birkaç yerinden kırılmış, kesmişler kolu. Cebin şişkinliği kaldı, Nelson masadan kalkıp kırlara doğru yürüyor ve tek eliyle toprağı kazıp cebinden çıkardığı palamutları gömüyor. Gelecekte o meşe palamutlarından gemiler yapılacak, donanmanın ihtiyacını şimdiden karşılıyor Nelson. Gerçi fıçı yapımında da kullanılıyor o ağaçlar, Nelson o an bilmiyor ama kendisine de faydası dokunacak. “Derken genelde ölü denizcilere yapıldığı gibi açık denize atılmaktansa, evine gömülmeyi istediği anımsanacak. Dolayısıyla Nelson’ı İngiltere’ye dek koruyabilmek için, mühürleyip geminin ana direğine bağladıkları ve başında silahlı adamların nöbet tuttuğu bir içki fıçısına koyacaklar.” (s. 10) Müthiş.
“Kraliçenin Huysuzluğu” tam Perec’in kalemi, hatta ilk cümledeki elin Perec’in eli olduğunu düşünerek sırıttım: “Bunları yazan elin sağında, granüllü yapay taş karolarla kaplı, üstüne alüminyum küpeşte geçirilmiş korkuluğun sıra sıra pleksiglas levhaları arasından panoramanın alt kısmının göründüğü bir taraça uzanıyor.” (s. 11) Buradan gidilecek noktalar aslında sabit durmayı, hatta doğanın da sabitliğini gerektirir çünkü anlatıcının da söylediği gibi her şeyi aynı anda betimleyemeyiz, her şeyi aynı yoğunlukla algılayamayız bile, aslında atomik düzeyde devinimin süreğenliği bir şeyi olduğu gibi betimlemeyi imkansız kılacaktır ama öykünün olayı bu değil, şu da değil: manzaraya bakıyorsunuz ve her şeyi olduğu gibi aktarmaya çalışıyorsunuz ama canlılar var, rüzgârda sallanan yapraklar, inekler, denizde dalgalar. Ne tuhaf çaba. “İkinci inek otu ısırdı, dalga geldi, şimdi birinci inek ikinciye yanaştı ve üçüncünün boynundaki çan çanladı, dalga geldi, bulut gidiyor.” Diye gidiyor, bütün bunların Dünya’nın kütlesiyle ilgili olması da tuhaf, Goldilocks nanesi olmasa zaten hiçbiri olmayacaktı da olduğu hali de, zamanın hızı da yine kütleyle ilgili, anlatının hızıyla dilediğimizce oynayabiliriz ama zamanı aşağı yukarı aynı biçimde deneyimliyoruz çünkü aynı kültürün, ekonomik yapının bir parçasıyız. Anlatıcının neyi nasıl anlatacağını düşündüğü paragraftan geldim buraya, oraya da dönemiyorum çünkü arada kararsızlığını da gösteriyor anlatıcı, mesela inekler var ama “düpedüz inek dememizin gerektiği hayvanlar” onlar, zamanın oynaklığından sonra bir de bu çıktı. Devam edelim, oturur durumdayken her şey biraz daha yüksekte, şu meşhur filmde Ford’un genç Spielberg’ü kalayladığı ufuk sahnesi canlanıyor bu öyküde, nereden bakıldığı anlatılan şeyin neliğini değiştirir. Mevzu öykünün sonunda ölçek değişimine varacaktır, kraliçenin hangi kraliçe olduğunu merak ettiğimiz için işlerin ilginç hale gelmesini keyifle izleriz: Anlatıcı başını eğecek, yerdeki karınca kolonisini ve koloninin inşa ettiği yapıyı anlatmaya başlayacaktır.
Heredotos’un yalanlarının kitaplara sığmayacağını söyleyen Plutarkhos’un da yer aldığı “Babil’de”, Heredotos’un Babil diyarı gezintisidir. Etkileyici kent tabii, Heredotos gelir gelmez koca surlara, tunç kapılara hayran oluyor ve surların dört atlı arabanın yan yana gidebileceği kadar geniş olduğunu söylüyor. Tartışılır, başka tarihçiler yan yana iki arabanın gidebileceğini söylemişler, Diodoros Sikeliotes dörtten altıya çıkarmış sayıyı, kısacası kim nereden geldiyse kendi atlarına, arabalarına, gözlerine ve hayal güçlerine göre belirlemişler sayıyı. Öykünün kaynağı karşımıza çıkıyor ansızın, aktarıp şehre dönelim: Handel’in Belşatsar‘ının librettosunda Kral Baltazar’ın Danyal’dan yardım almasının sebebi Nikrotis ama bu şahsın hükümdarlığı kesin değil, Semiramis’inki kesin. Eski zaman, neyin yanlış olduğunu bilemediğimiz ve Heredotos’un üfürmeyi sevdiğini bildiğimiz için bu eğlenceli öyküyü ciddiyetle okumalıyız. Heredotos kadınların evlenme yolunu sevmiş mesela, önce güzel kadınlar satılırmış, gelirler o kadar da güzel olmayan kadınlar için çeyiz olarak ayrılırmış, böylece herkes mutlu mesut yaşarmış. Koca koca kazanlarda kilolarca hurma, bira, şarap, bir dünya malzeme kaynatılır da yemek yapılırmış, birayı sıvı ekmek olarak normalde de tüketen Babil halkı için şarap daha makbule geçmiş olsa gerek. “Bu ayrıntıları belki ikincil görüyorsa da, o dönemdeki tüm Babil yolculuğu anlatılarından yalnızca kendisininkinin dünya tarihine kalacağını aklından bile geçirmediği kesindir. Aklından geçirseydi biraz daha açık olmaya çalışabilirdi belki, tabii böyle bir perspektifte, o kadar ağır bir sorumluluğun yükü karşısında korkuya kapılıp tasarısından vazgeçmeyi yeğlemezse.” (s. 21)
“Luxembourg Bahçesinde ve Saat Yönünde Yirmi Kadın” aslında adının dışına taşmazdı, yani o kadınları biliyorsak, heykelleri incelediysek Echenoz’un anlattığına gerek kalmazdı, bir tek son cümlelerden faydalanabilirdik belki, o da heykeller bizden aldıkları anlamları yüzlerine takmadılarsa. Echenoz kısa paragraflar halinde anlatır kadınları, önce isim, sonra görev, elde ne var, kıyafet nasıl, memelerin boyutu ne, saçlar, mücevherler, ayırt edici nitelikler. Birinin ifadesi azimli, diğeri kararlı, esinlenmiş olan var ve memeleri kocaman, bu ikisi arasındaki korelasyonun kodunu çözemeden heykellere bakmaya devam ediyorum, yüzlerdeki ifadeleri çözmeye çalışıyorum ve Echenoz’un anlattıklarını unutup bir daha bakıyorum, bazı şeyleri görmek için bazı şeylerin unutulması gerektiğini anlıyorum.
Ne öyküler be, geriye kalan üç uzun öykü de birbirinden iyi. Yaşayan en büyük Fransız yazarlardan biri Echenoz, yaşasın.
Cevap yaz