Her şeyin başı kütleçekim. Aristoteles başta olmak üzere ilkçağ felsefecilerinin çoğuna göre Dünya evrenin tam merkezindeydi, bu yüzden her şey kafamıza düşebilirdi. Sisamlı Aristarkhos’a göre Güneş merkezdeydi, etrafında fırıl fırıl dönüyorduk ama olmazdı öyle şey, uzun süre başka bir şema, Batlamyus’un iç içe geçmiş küreleri gerçek bilindi. Sonra Kopernik çıktı ve “cüret etti”, Güneş’in etrafında döndüğümüz kabul görmeye başladı. William Gilbert’ın verdiği ilhamı alan Kepler, Güneş kaynaklı kuvvet ipliklerinden bahsetti. Descartes esir kaynaklı burgaçlara kapıldığımızı söyledi. Newton her şeyi değiştirdi, düşen elmayla tepede duran Ay’ı kıyaslayarak meşhur formülü üretti: iki cisim arasındaki mesafe iki katına çıkınca aralarındaki kuvvet dörtte birine iner. İyi ama ilk hesaplamalar hatasız değildi, Newton bu mevzuyu yıllar boyunca rafa kaldırdı. Optikle mi uğraşmıştı o ara, yaşlılığında mı uğraşmıştı neydi, Robert Hooke cisimlerin yaklaştıkça birbirini daha fazla çektiğini iddia edince mektuplaştılar ve Newton gençliğinde ilgilendiği soruna döndü. Bulguları paylaşmaktan çekiniyordu, bunun bir sebebi bilimin göstereceği yeni ufuklara perde çeken “babaları kızdırma” korkusu. Çağın bilgisine bağnazca tutunan çoğu bilim insanı “sağduyuya ters” çoğu keşfi -kendi keşfi olsa bile- kabul etmemiş, örneği çok. Maxwell, Planck, Einstein’ın zar meselesi, bilimin son noktaya ulaştığını söyleyenler, neler. Yıllarca sürdürdüğü araştırmaların tekilliğe vardığını görenler “öyle bir şey olamayacağı için” bilime değil de itibara güvenmişler, nefes kesici bazı buluşların önü tıkanmış böylece. Evet, Newton’ı ziyaret eden Edmond Halley ters kare yasasına göre gezegenlerin nasıl hareket ettiğini sorduğunda “elipsis” cevabını almış, Newton’ın Principia‘yı yazmasını büyük oranda Halley’ye borçluymuşuz. Bir faydası daha var adamın, tarih kayıtlarını inceleyerek 1531 ve 1607’de görülen kuyrukluyıldızın 1682’de görülenle aynı olduğunu düşünmüş, Newton’ın yasalarını kullanarak yaptığı hesabın sonucunda aynı yıldızın 1758’in sonunda geri geleceğini söylemiş. Newton öleli otuz bir, Halley öleli on altı yıl olmuşken bir bakıyorlar, gerçekten de yıldız tepede. Büyük zafer. “Newton yasaları yerli yerine oturunca, on sekizinci yüzyıl bilimcileri evrenin esasen anlaşılabileceği ve iyi yağlanmış bir saat düzeneği gibi çalıştığı düşüncesine geldiler.” (s. 18) John Micjell kütleçekimi yıldızlara uygulayınca tuhaf sonuçlara vardı ve kara deliği ilk kez tahayyül etti. Önce çift yıldızlı sistemleri düşündü, sonra beyaz yıldızların kırmızılardan daha parlak olduğunu iddia etti, hatta yeterince büyük olması durumunda çekim gücünden ötürü bir yıldızın erişim mesafesindeki bütün ışığı soğurabileceğini iddia etti. Newton mekaniğine göre tabii, kütleçekim o kadar büyüktür ki yıldız ışık saçmaz, karanlık bir iğne gibi durur, fark edilmez üstelik. Pierre-Simon de Laplace, Michell’den bağımsız olarak aynı görüşe vardı. Nasıl olacak, o dönem bütün gök cisimlerinin aynı yoğunlukta olduğu düşünülüyordu, o kadar yoğun bir madde yoksa mümkün değil bu yıldız masalı.
Başta alakasızmış gibi görünen parçaların tık tık bir araya gelip koca bir sistemi oluşturmaları çok tuhaf. Anlamlı ama tuhaf, Her Şeyin Teorisi’ne inandıracak neredeyse. Maxwell kendi denklemlerinden yola çıkarak ışık hızını tanıtıyor insanlığa, bir şeylerden tatmin olmayan Einstein esasında çok basit bir mantıkla yazdığı makalesinde ışığın gözlemciyle ilgisini inceleyerek bilinen dünyayı tepetaklak ediyor. Evrenin tamamen sabit yasalarla, x ve y noktası için aynı biçimde işlediğini düşünürüz, normaldir çünkü deneyimlediğimizden başkasını bilmeyiz, oysa Ay’da zaman birazcık daha hızlı ilerler mesela. Uzun uzun anlatmak vardı da hikâye zaten uzun, Bartusiak da çok hoş anlatmış açıkçası, kara deliklerin bilimsel evrimini bilim insanların gündelik yaşamlarından örneklerle, karakter özellikleriyle birlikte ele almış, şahane bir hikâye çıkmış ortaya. Kısaca şudur: “Einstein, mesafeyle ve hareketle ayrılmış gözlemcilerin, evrende olayların gerçekleşme zamanı konusunda anlaşamayacağını keşfetmiştir.” (s. 30) Mutlak zaman, mutlak uzay yok, bunun görselini Einstein’ın matematik öğretmeni Hermann Minkowski yeni bir geometri modeliyle gösterdi, böylece zamanın dördüncü boyut olduğu şekil kazandı. Öklid uzayının ötesi. Merkür’ün tuhaf yörüngesiyle ilgili muammayı da çözünce meşhur oldu Einstein, dünya çapında ün kazandı, ünlüler onunla yemeğe çıkmak için başını ağrıtmaya başladılar. Anlaşılmış bir mucize takdir görüyor da anlaşılmaktan uzak olanlar o an için unutuluyor, ta ki anlaşılacakları uzak zamanlara dek. Karl Schwarzschild bu yeni uzay düşüncesini yıllar öncesinden sezdiği için Einstein’ın çalışmalarını ilgiyle takip edip haklı olduğunu anlayınca göneniyor da başka bir haklılığını mantığa oturtamıyor: bir yıldızın bütün kütlesini çok küçük bir hacme sıkıştırınca ortaya çıkan alanın varlığı. Küre şeklinde, sonsuza kadar uzuyor da nereye uzuyor, Schwarzschild tekilliği ve olay ufkunu ilk düşünenlerden biri olduğu halde savları “kuramsal acayiplikler” olarak görüldü ve unutuldu. Başka bir yıldıza atlayalım, Friedrich Wilhelm Bessel gökyüzüne bakıyor, Sirius’un ve öncü yıldızının pürüzsüz hareket etmediklerini görüyor, tabii öncüyü varsaydığında. Öncü yok ama olmalı, arıyorlar, minicik bir yıldız buluyorlar. Bembeyaz, canavar gibi parlıyor da küçücük, hayvan gibi yıldızları nasıl etkileyebilir? Beyaz cüce Arthur Eddington tarafından keşfediliyor böylece, süper yoğun cisimlerin etkilerini keşfetmek çok önemli olduğundan Eddington hemen takdirleri topluyor ve araştırmalarını sürdürüyor ama öğrencilerine ıstırap olarak önlerini kesiyor. Subrahmanyan Chandrasekhar bu alanın en büyük üç beş isminden biri olacak ama o sıralar onlu yaşlarında, bu beyaz cücelerin kütlelerinin büyümesiyle birlikte neye dönüşebileceklerini merak ediyor ve bulgularını dönemin ünlü dergilerine gönderiyor. Öyle hesaplar yapmış, öyle sonuçlara ulaşmış ki dergilerden birinin hakemi hiçbir hata bulamamasına rağmen sonucun akıl dışı olduğunu düşünüp Chandra’nın araştırmasını reddedecekmiş neredeyse. O dönem kimse tekilliği sevmiyor çünkü açıklanamaz, ne olduğuna dair hayal kurulabilir en fazla. İşte, Chandra geliyor İngiltere’ye, Eddington’la birlikte çalışmaya başlıyor ve akıl hocasından ilk darbeyi yiyor bir toplantıda, Eddington’a göre ne kadar yoğun olursa olsun bir yıldız kendi içine çökemez, ne münasebet. Chandra dalga geçilince konuya küsüyor, anca kırk yıl sonra geri dönecek çalışmalarına.
Kara deliği düşünelim. Dönüyor, enerjisini dönüşünden sağladığının bulunması bile büyük kargaşaya yol açmış, aslında bu konuda çalışan insanlar başlarına büyük iş açmışlar. Uzayın derinliklerinden gelen dalgaları yayıyor, böylece yerini belli ediyor. Saçtığı dalgalar sayesinde uzayın ses haritası bile çıkarılabilir, nerede ne var belli olur. Oppenheimer ve Snyder birlikte yazdıkları makalede temel kanunları ortaya koyuyorlar aslında, çöken bir yıldıza ne olacaksa onu yazıyorlar ve makaleleri uzunca bir süre görmezden geliniyor. Savaş çıkmış bir kere, kütleçekim veya görelilik biraz çaptan düşüyor ve daha pratik işlerin peşinde koşuluyor. Bir de o zaman için hâlâ çok saçma bu hiçliğe karışan gök cismi hikâyesi, yani o yıldız mutlaka bütün enerjisini saçmak için bir yol bulacak ve kara deliğe dönüşmeyecektir, çoğunluğun mantığı bu. Einstein da uçuk fikirlerden yana olmadığı için hemen başka bir makale yazıyor ve kendi örneği üzerinden iki araştırmacının teorilerinin doğru olmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Karadelik diye bir şey yok. Oysa ses dalgaları, ışınlar, eğik bükük görüntüler, her şey bas bas bağırıyor: “Kara delikler vardır, yoksa da saygı duyacaksınız.”
Cevap yaz