Ben bu okuma illetine Lovecraft sayesinde/yüzünden tutuldum, yaşım on dörttü, kendimi bildim bileli canım çok sıkılıyordu. Bir öykü okudum, iyi, bir tane daha okudum, oha! Öykünün adı “The Outsider”dı, Türkçesine bakmaya üşendim şimdi, ne olduğunu bilmeyen bir varlığın neresi ve ne olduğunu bilmediği bir yerden kurtulmasıydı mevzu. Varlık insanın dünyasını kitaplardan bilir, bulunduğu yerde kitaplar vardır en azından, okumayı becerdiğine göre insansı bir varlık olduğunu da düşünebiliriz. Hapishanesinden kurtulur, ormanda bir başına yürür, alevlerden yayılan ışığın döküldüğü bir pencereye yanaşır. İçeride insanlar vardır, bizimki girer girmez müthiş bir korkuya kapılıp kaçışırlar. Adamımız boş mekana bakar bir süre, sonra koca salonun karşısında bir şeyin hareket ettiğini görür. Yaklaşır, aynadır, bakar. Öykünün tamamında tuhaflık vardır da tuhaflığın tecessüm ettiği andır o, bilinmeyenin algılanması, fark edilmesi, yine de anlamlandırılamamasıdır. “Tuhaflık, tanıdık olana, çoğunlukla onun çok daha ötesinde yatan ve asla ‘rahat olan’la (ve hatta onun yokluğuyla) özdeşleşemeyecek olan şeyler atfeder. Tuhaflığa en çok uyacak biçim, muhtemelen montajdır: birbirine ait olmayan bir ya da daha fazla şeyin birleşimi.” (s. 11) Uyumsuzluk, bilinenle bilinmeyenin çakışması, aradalık. Fisher bunun Freud’un tanımladığı unheimlich‘e içkin olduğunu söyler, tekinsiz de öyledir ama içerinin boşluklarından faydalanarak dışarıyı çözmenin bir yoludur Freud’unki, yolun kavramlaşmasıdır, tuhafla tekinsizse dışarıdan bir bakış sağlar. İçin dışa göre biçimlenmesi, bir nevi yeni normallik ama kabul etmesi zor, normun dışındaki gözün görme biçimini tahayyül etmek, benimsemek gerek. Jeff VanderMeer’in Southern Reach Üçlemesi hatta ALFA’dan çıkan diğer metinlerini düşünüyorum, mesela Ölü Astronotlar evrenin bilinen sınırlarında yaşanan olayları anlatır da yaşam formları tanınmayacak bir hale gelmiştir, neler olmuştur da dilin, sözcüklerin taşıdığı anlamlar yabancıdır okura, bakışın ötesinde bir anlam aktarımı da olmadığı için okur yabancılığa, yabana mahkumdur. Bu tuhaftır, kara delikler de bir ölçüde tuhaftır, açıkçası evrenin bildiğimiz fizik yasalarından muaf kısımları çok tuhaftır. Lovecraft’ın kozmogonisine geleceğim, “tuhaf” bir janr olarak değerlendirildiğinde Lovecraft bu janrın en önde bayrak sallayanı, birinci temsilcisidir, bilinmeyenin korkusunu tüm korkuların en önüne yerleştirerek kazanmıştır bu payeyi, özellikle Cthulhu Mitosu etrafında toplanan öyküleriyle. Tuhaf geometriler, evrenden düşen maddeler, kozmik ışıklar, uzak ve tuhaf diyarlardan, zamanlardan gelen sezgisel varlıklar arasında insan küçücüktür, zavallıdır, keşfetmeye kalktığında hikâyenin çok küçük bir kısmını öğrenebilir, gerisine zihni yetmeyecektir. Lovecraft olay yerinden hızla uzaklaşan adamlardan biri arkasına son kez dönüp baktığında çıldırtan şeye, tuhaf sesler çıkaran varlıklara form kazandırmaz hiç, bilir ki dışarıdan bakmak ve tarif etmemek/ettirmemek tuhaflığı sağlar metinlerine. Tek bir yerde fiziksel hale değinir, onda da batırır zaten, kilometrelerce yükseklikte bir varlığı küçücük bir gemiye parçalatır. Parçalanmadığı zamanlarda Cthulhu bir isimden ve rüyalardaki fısıltılardan ibarettir, insanın kavrayışı açıkça yetersizdir ki tuhaflığı ortaya çıkaran da budur. Fisher’a göre Lovecraft tuhafı fantastik kurgudan ve korku edebiyatından ayırmış, başlı başına var olmasını sağlamıştır, bunda hikâyelerinin büyüleyici boşlukları etkilidir. Lacancı jouissance‘ın bir türü, haz ve acının birleşimi bilinenle bilinemeyenin tuhaf bir şekilde uyuşması. Lovecraft yepyeni bir evren, yeni ırk, yeni zımbırtı yaratmaz, halihazırda acı çeken dünyamızın New England kazasında yaşanan birtakım acı verici olaylarına odaklanır, gerçi mitos genişledikçe gezegenin her yanını hatta evreni ilgilendirmeye başlar da karanlık dağılmaz, aşina olduğumuz varlığın tehdit altında olduğunu hissederiz daima, bu sebeple Necronomicon‘un var olduğuna inanılır da Pierre Menard’ın yazdığı metnin var olmadığı bilinir. Gerçekliğin yoğunluğu da değildir mesele, Lovecraft da dışarıyı oluştururken içeriye yaslar, içerinin konumunu dışa göre belirler. Gerçekliklerden daha olası bir gerçeklik. H.G. Wells, Tim Powers, The Fall, Rainer Werner Fassbinder, PKD ve David Lynch tuhaflığın diğer neferleri olarak karşımıza çıkar ve Fisher noktayı koyar bu bahse, sıra tekinsizde.
Sunduğu spesifik estetik deneyim tekinsizi özel bir incelemenin konusu yapar, tekinsiz bir biçim değildir de histir, sanat eserlerinin tamamında bulunur. Tuhaf bir uyumsuzluğun sonucuysa tekinsizlik yokluğun veya mevcudiyetin yetersizliğinden meydana gelir. Bir şey olması gerekirken yoktur veya olmaması gerekirken vardır, tekinsizliği doğurur. Faillik sorunudur, kastın olup olmadığıdır, örneğin Solaris‘teki okyanusun bilinçliliği, Picnic at Hanging Rock‘taki kayboluşun nedeni muallaktır, aslında tuhafla aradaki farka da buradan yaklaşabiliriz zira ayrım bir görüngü kıyasıyla ortaya çıkar: tuhaf sezgisel bir istilaysa tekinsiz algısal bir meseledir, olanın veya olmayanın taşkınıdır. Kuşlar meşhur metinde ve metnin sinema uyarlamasında saldırırlar, neden? Teoriler üretilmiştir, radyodan yayınlar yapılmıştır da geriye sessizlik kalmıştır, çözülemeyen muamma. Fisher’ın gördüğü bir gemi mezarlığı mesela, kıyı kasabasında koca koca metal zımbırtılar göğe uzanır da hareket eden hiçbir şey yoktur, vinçler Dünya’yı istila etmeye gelmiş uzaylıların zamazingoları gibi görünür ama ölüdür, insana dair hiçbir şey yoktur. Metruk yapılar, sessizlik. Fisher’a göre bilgide bir boşluk. Anglosakson kültürü o gemileri yaratmıştır da canlılık beklentisini karşılayamamaktadır artık. Varlık antropolojiktir illa, anlamı taşıması gerekir, bu yüzden Cthulhu’nun heykelciği tekinsizdir zira estetik formun dışında epistemolojik bir köke sahip değildir, düşüncenin yutulduğu bir boşluktur. “Spinoza, Darwin ve Freud gibi Radikal Aydınlanma düşünürleri durmaksızın aynı soruya odaklanır: Niyet kavramı, doğal yaşam bir yana insanoğluna ne dereceye kadar uygulanabilir? Bu sorunun doğmasının sebeplerinden biri, Radikal Aydınlanma düşüncesinin bir türlü vazgeçmediği o süregelen yerelleştirmedir: İnsanoğlu gerçekten de sözümona doğal yaşamın bir parçasıysa, hangi durumlarda istisnalara tabi olabilir?” (s. 84) Bilinen doğalın dışına bir bakış atabildiğinde veya dışarıdan gözlendiğinde, muhtemelen. Monolitlerin maymunlar, okyanusun astronotlar, heykelciğin yerliler üzerindeki etkisi sınırları görünür hale getirir, nesne vardır ama nesnenin varlığını olumlayacak özne yetersizdir veya tam tersi. Ne olduğu bilinmeyen eşyalar tekinsizdir, Guillermo del Toro’s Cabinet of Curiosities‘teki “The Viewing” nam bölümde yer alan nesne. Dünyanın en büyük sanatçılarını, bilim insanlarını bu nesnenin önüne dizen dünyanın en zengin insanı gizemin nihayet çözüleceğini umar, anlamın eksikliğini anlam bulucularla gidermeye çalışır. Giderir de, Giger’ın çizimlerindeki varlıkları andıran nesne çatlayıp patlar, içinden çıkan varlıkla birlikte tekinsizliği yok olur. Hareket eden varlık hiçbir faaliyette bulunmaz, failliği yoktur, harekete geçene kadar tekinsizliği devralmıştır da bırakana kadar sakıncalı halini sürdürür. Bilimkurgular için söylenenle bitireyim, gerçi kapsamı genişletilebilir: “Uzay boşluğunu düşünmek hemen bir tekinsizlik hissi uyandırır, çünkü failler üzerine kafa yormak yalnızca yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar. Acaba orada bir şey var mıdır, eğer gerçekten failler varsa mahiyetleri nedir? Buna rağmen bilimkurguda tekinsizliğe hayal kırıklığı yaratacak kadar az yer verilmesi epey şaşırtıcıdır.” (s. 107) Bitemedi, iyi bir sonuca bağlamak filmi tamamlar ve izleyicinin onayını alır, tekinsizlik rahatsız edeceği için pek tercih edilmez. David Lynch tercih eder ancak, onun dünyasının tamamlanmaya ihtiyacı ve niyeti yoktur.
Şahane bir metin, tuhaf kurgunun köpeği olarak aşırı beğendim. Çevirmenine de çok çok teşekkür: Berkan M. Şimşek. Eyvolle Berkan.
Cevap yaz