Lessing’in anlatılarında müthiş bir denge var, hayranıyım. Karakterlerin psikolojik değişimleri, halleri olayların önüne ardına sığışır da anlatımın kefesini oynatmaz, aynı hızda aynı istikamete doğru ilerleriz. Manzara da iyidir, ötesi berisi bellidir, karakterlerden daha önde değildir de kişilere zemindir. Annelerle oğulların cinsel münasebetleri sakin bir sahil meskeninde geçerse zaten bir orada geçebileceğini düşünmeyiz, can sıkıntısı kendiliğinden öne çıkmaz, aslında aşk dışında hiçbir duygu öne çıkmaz ki çok uçucudur aşk da, şeffaftır, hikâyede görülür bir ağırlığı yoktur ama görülmez ağırlığı malumdur. Yani yaşamın en başarılı kurgusu, tam da böyle bir şey. “Aşk Çocuğu”nda bir gemi bölümü var, muazzam. James Reid nam genç adam Hindistan’a gidiyor, İkinci Dünya Savaşı sırasında sömürgeyi koruyacak. İngiltere’den Hindistan’a Güney Afrika’yı dolanarak, Almanların denizaltılarından kaçınarak, başka yol yok da o yolculuk boyunca askerler kim bilir kaç kez ölmeyi düşlemiştir acaba, öyle bir dehşet. Şuradan biliyorum biraz, Kıbrıs’a deniz yoluyla gelen askerlerin Mersin’den yola çıkmalarıyla beraber yerlere uzanarak saatlerce kalkmadıklarını, içlerinin dışlarına çıktığını çok dinledim, her yer kusmuk olurmuş, bitmezmiş o seyir. Bir de sıcağı ekleyip güneş yanıklarına çare olmadığını düşünelim, ayrıca bütün bunlar olağanlıktan hiçbir zaman çıkmasın, Lessing o ıstırabı göze sokmasın, budur. Yoğunlaşma yok, anlatının yüzeyinde renk sabit, açılmıyor veya koyulmuyor ve Lessing bunu baştan sona bozmuyor. Tansiyonun yükseleceğini umarız, baba olduğunu yıllar sonra öğrenen bir adamın çocuğuyla karşılaşması heyecanlıdır, mesafe değişirse tabii. Odak hep anlatımın üzerindedir, uzaklık bozulabilen bir şeyse de bozulmaz. Anlatım tekniği. Mesela Bayan Jean Brodie’nin Sonbaharı‘nda üçer beşer karşılaştığımız o çok uzak geleceğe fırlamalar, bir karakterin yirmi yıl sonra nasıl öldüğünü bilmemiz anlatılan zamandaki bir davranışın uzantısı olarak geçer, kökten bir anda dökülen yaprağa ulaşırız, sonra bir daha hiç bahsedilmez o karakter niteliğinden. Temel atılmıştır, başla sonun arasına doldurulanları görürüz, karakterin yaşamı birkaç kilit yaşantının eserine dönüşmüştür. Lessing bu tekniği bir öyküde kullanır, gösterdiği uzaklığa varırız üstelik, hikâyenin ilerleyen bölümlerinde karakterin değişimi o tek tohumdan büyümüştür. Önceden sezdirilmeyen, işaret edilmeyen doldurmalar da mevcut, “Bunun Nedeni”nde medeniyetin yıkımına neden olan meselenin uçları öykü boyunca anlatılmıştır, genişletilmiştir de o son bölümde bambaşka bir neden çıkar ortaya, anlatıcının bilinçli kötülük olarak gördüğü şeyin aptallıktan ibaret olduğunu anlaması araya sıkıştırılmıştır, kısacıktır, bu kısacık idrak koca hikâyenin anlamını bir anda değiştiriverir. Bir şeyi bir yerde veya başka bir yerde anlatmak, anlatının tonunu değiştirmemek, daha da sayılır Lessing’in maharetleri. “Aşk Çocuğu”nda James’le Donald’ın dostluğuna sıkıştırdığı “sosyalist abilik” Hindistan’da emperyalist abiyi değiştirmeye çalışan Donald’ın, küçük kardeşin çabalarına dönüşür, orduda verdiği seminerler yüzünden çok kez uyarılan Donald onurunu kırmaya çalışanlara aldırmadan davasını sürdürür, diğer yandan James’in aradığı yakınlığı başkalarına göstererek sadece mücadelesine odaklandığına işaret eder, uzun öykünün veya kısa romanın bir kanadı bu aydınlanma ve aydınlatma sürecidir. Esas hikâye James’in gençliğinden yaşlılığa beş kalasına kadarki yaşamıdır, bu yaşamın öne çıkardığı bir duygu yoktur ama hüznün tadı kalır sonda. James kafası çalışan bir oğlandır, okuldan arkadaşı Donald’ın sosyalist dünya görüşüne kapılması zamanı gelince savaşa katılmasını engellemez. Evdeki sessizlikten çekinmektedir biraz da, ilk büyük savaşa katılan babası yakın ilişki kurmaya dair yeteneğini kaybettikten sonra ailesini de sessizlikle boğmuştur, babası gibi olmaktan korkan James bir tür muhafazakârlık da geliştirerek “Özgür Aşk”a kesinlikle inanmaz, şaşırtan ve utandıran durumlardan olabildiğince uzak durur. Onlarca askerle çıktığı yolculuğun sonunda fikirleri tamamen değişecektir ve bu değişimin farkına bile varmayacaktır, ölümün gözlerine bir kez baktıktan sonra aynı insan olmayacaktır artık. Gemi yolculuğunun dehşetinden bir kez daha bahsetmeliyim, aklını kaçıran askerlerden güneşten kavrulanlara tam bir acı manzarasına dönüşür gemi, çavuşlar disiplini sağlayamazlar, bir süre sonra kendileri de vazgeçerler sıkıdan. Güney Afrika’da indikleri zaman çoğu yaşadığına inanamaz bile, özellikle James ilk iş olarak âşık olur ki hayatta kaldığına dair bir inancı olsun. Daphne ve Betty oradaki rütbelilerin eşleri olarak gemiden inenleri evlerinde barındırırlar ve dört gün sonraki ikinci aşama yolculuk için eğlenceler hazırlayarak moralleri yükseltmeye çalışırlar. Daphne’nin aslında istemediği bir hayatı yaşadığını anlaması James’le karşılaştıktan sonradır, birlikte olurlar ve James geri döneceğini söyleyerek Daphne’yle vedalaşır. Karakterlerin dürtüsel denebilecek davranışları birkaç kısa açıklamayla sağlamlaştırılır, Daphne’nin Betty’yle konuştuğu bölümde birkaç sözcük yeterlidir Daphne’nin açtığı yeni pencereden bakmaya, hayallere yer yoktur ve aile korunacaktır, ne olursa olsun. Gerçekten de Hindistan’dan gelen hiçbir mektubu cevaplamaz Daphne, savaş bitene kadar eşinden de çocuğu olur, sonrasında taşınır ve izini kaybettirir. İngiltere’ye dönen James iyi bir işe girer, evlenir, çocukları olur da ilk aşkını hiçbir zaman unutmaz. Her şeyi anlattığı eşi de Güney Afrika’ya gitmek ister, birlikte yola çıkarlar ve Daphne’yle James’ten olan çocuğunu ararlar. Betty aynı evde yaşamaktadır hâlâ, Daphne’nin bıraktığı mektubu James’e verir, bulunmak istemediğini söyleyen kadını aramaya devam eder James. İpuçları, anılar derken memlekete dönerler, son sahnede eşine sarılan James bağlılıktan, incelikten ve aşktan çok etkilense de acımasız bir düşünce geçer aklından, hiçbiri Daphne’ye karşı hissettiklerine eş değildir.
“Victoria ve Staveney Ailesi” bir kademe matraktır, beyazların siyahilere türlü bakışları bol acılıkla işlenmiştir de yine topuz kaçmaz. Ailenin durumu iyi, baba oyuncu, anne de sanat sepet işleriyle uğraşıyor, iki oğlandan büyük olanı ırk ayrımına karşı ve sosyalist babanın isteğiyle devlet okulunda okuyup yoksulluğu görüyor. Edward bu, küçük kardeşi Tom da aynı rahleden geçecek. Anne Jessy, baba Lionel, kadro tamam. Tom ve Victoria şans eseri aynı okuldalar, küçük kıza bakan teyzesi hastaneye kaldırılınca Tom’un annesine ulaşan öğretmen Victoria’yı da almalarını rica ediyor. Edward’ın Tom’u alıp Victoria’yı almayı unutması, sonra utançla geri dönüp Bay Patel’in kafesinde bir başına ağlayan kızı görmesi kaç mesaj taşıyor bilemedim. Siyahi kızı garip bir yakınlıkla teskin etmeye çalışan zıpır gençler, diğer yanda iyilik timsali Bay Patel, kendini iyilik timsali olarak görüp eve götüreceği kızın Victoria olduğunu “düşünemeyen” Edward. Irklara dair çizgiler kapkalın ama yüz iki kez dediğim gibi Lessing bunu anlatının öyleceliğiyle iyi perdeliyor. Evde çok az kalıyor Vic, ailenin diğer üyeleriyle pek az konuşuyor, o sıra yaşama bakışı sonsuza dek değişiyor. Kaldığı oda kendi evi kadar, öylesi bir ferahlığa ve lezzetli yemeklere nasıl ulaşacak? Bir hayalle büyüyor Vic, yaşamı çok zor olsa da Edward veya Tom’la tekrar karşılaşmak için hep o evin sokağından geçmeye başlıyor. Tom’la yakınlaşması, yoğunluktan yoksun bir ilişkinin sonucunda hamile kalması ve çocuğunu yıllar sonra aileye kabul ettirmesi büyük şans aslında, Vic her şeyi güzelliğine borçlu. Kızının zengin aileye sürüklenip kopmasına engel olamıyor tabii bu, ne ki hayal gerçekleşiyor işte, Vic için olmasa da çocuğu için.
“Büyükanneler” için, ne denir, küçük dokunuşların saçmalığa varabilecek bir hikâyeyi makul hale getirme biçimine hayranım işte.
Lessing’den dört metin, okuna!
Cevap yaz