Nerelerde neler kalmış, kaybolan öyküler nerelere gidermiş, bunlar öyle ki bir cevabın doldurduğu boşluğun yerine yapbozun başka bir parçası kayboluyor, onu arayıp buluyorum da sonu gelmiyor, bari Yeşim Dorman’ın öyküleriyle başka bir parçayı daha kaybedeyim, sahaflardan bulduğum diğer kitaplarını da okuyayım Dorman’ın, internetin derinliklerinde bile adı anılmayan yazarları, öyküleri azıcık öne çıkarayım. Azıcık. En azından günümüzün öykülerinden daha iyi olduklarını söyleyeyim, mesela İletişim’den çıkmış bir öykü kitabını okuyorum, bu ne yahu. Cihat Duman’ın dediğine geliyor mevzu, büyük büyük yayınevleri ey, okura bunları mı? Ne bağlantılar var, atölyelerden mi devşiriyorsunuz yazarları, soyulduğumu hissetmek zorunda mıyım ben? Kitaplarını çok ucuza bulmadıkça veya Barış Bıçakçı yeni bir kitap çıkarmadıkça İletişim’in yerli yazarlarının kitaplarını almayacağım artık, Can’dan da bir iki isim dışında cık, say say bitmez. Öykü bağımsız yayınevlerinde büyüyüp yenileniyor, kani oldum. Onlarda da falsolar var gerçi. Bayat konu, geçtim. “Harran’da Dolunay”a varmadan Dorman’ın karakterlerinin zamanda gezinme biçimlerini öveceğim biraz, gezinmenin belli belirsizliğini. Hikâyelerden kırılma sesi gelmez, geçmiş zaman anlatılan zamana düşmez de akar, karakterin güncelini temizler, açar ve kaybolur. Tepeden inerek başlı başına bir paragrafa, bir bölüme itmez öyküyü, akışa karışır. “Hayatımın bundan sonrasını geçireceğim şehire doğru gidiyordum ve doğduğum yere bir daha geri dönmeyecektim. Başka bir şey bilmemin imkânı yoktu zaten. Telefonda Haydar’a geri dönmeyeceğimi söyleyememiştim. Genellikle insanlarla açık açık konuşurdum, yalnızca dağ gibi büyük bir dert karşısında susardım. Yine de Haydar’a geri dönmeyeceğimi söyleyemedim.” (s. 8) Zaman kiplerinin değişkenliği doğal tehlikedir de Dorman tutturmuş gayet, bileşik zamanlıların arasına sıkışmış bir tanecik basit zamanlı fiil var, safı bozmuyor. Tekrarların gösterdiği önemli, Ankara’yı ardında bırakarak Harran’a gidiyor anlatıcı da o ne bırakmak, kimselere bir şey demeden basıp gidiyor, iş arkadaşlarının, yakın arkadaşlarının, kimselerin haberi yok. Dönüm noktası, büyük karar, karakterin tedirginliğini ve kendini ikna etme çabasını bu tekrarlardan sezebiliriz. Anlatımda ince işçilik. Öykünün sağlam temeliyle ara sıra karşılaşacağız böyle, hikâyenin tökezlemeden ilerlemesini sağlayacak. Anlatıcı gözlerini açıyor, karlı dağlar geçiyor, bir daha açıyor, muavin, “Kalk abla, geldik,” diyor, mekan Harran. Kadın her şeyi geride bırakmış, yıllar önce çalışma konusu olarak belirlediği ekonomik mevzularla ilgili araştırma yapmaya geldiği köye dönüyor. O zamanlar gençmiş Haydar, kadının etrafında koşturup durmuş da yetişkin artık, ablasına kapıları açmış. Anneden yana dert, eş zaten muhannet, kadın değişimin izlerini yol boyunca silmeye çalışarak yeni hayatına köye varmadan alışmak istiyor. Hatırlayacağı ve unutacağı çok şey var, yolculuk boyunca geçmişe kısa kısa bakıyoruz. Kapılar kapalı, geri dönmenin yolları kesik, emin oluyoruz. “Ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım, çünkü bu benim son kaçışımdı. Urfa’nın beni uyuşturmasına izin verecektim, dümdüz sarı ovanın küçücük bir maddesi olacaktım.” (s. 11) Hemen uyum sağlar, köyü bıraktığı gibi bulmuştur, yokluğun içinde ve sıcağın altında yaşayan insanların rutinine girer. Hamurla çökelek, hayvanlardan et süt, çocuklarla gezinmeler, büyüklerden hikâye dinlemeler derken zaman geçer, anlatıcı koca memeli kadınların o toprakları nasıl beslediğini tekrar görür. Topraksız köylülerle ilgili yaptığı araştırma sırasında insanların doğayla kurdukları yalın, açık ve bir şehirli için yarı büyülü ilişkiyi bulmuştur yine, tadını çıkarır. Gerilim nerede ortaya çıkacak diye bekledik buraya kadar, çatışma Ankara’yla Urfa arasında mı, karakterle karakterin yaşam pratikleri arasında mı, nedir diye beklerken Selçuk Baran’ın o öyküsü, adam İstanbul’dan kaçıp Kandıra’ya sanırım, gelir ve yeni bir yaşam kurmak için oda kiralar. Ev sahibinin kızıyla yakınlaşır, İstanbul’un tiyatro ortamından kaçıp geldiği yerde kendi gibi bir kadın bulmaktan memnundur. Sonra gazetede bir ilan görür, tiyatro Shakespeare’in şahane bir oyununu oynayacaktır nihayet, evliliğe dair her şeyi ayarlayan adam özür diler, oralıların öngördüğü bir duruma yol açtığı için biraz alaylı ama anlayışlı bakışlarla karşılaşır, İstanbul’a döner nihayet. Gazete bahsi hariç iyi öyküdür o, burada daha iyisi var. Haydar’ın ablası olarak görür kendini anlatıcı, bir gün Haydar’ın kendisine değil de yere baktığını fark eder. Mesele anlaşılmıştır, anlatıcı Haydar’ın kalbini kırmak istemediği için buhrandan buhrana sürüklenir, hatta eşyalarını toplayıp geri dönmeye karar verir. Haydar koşarak uzaklaşır, aşk acısını göstermek istemez de sessizliğinden aldığı güçle son bir atak yapar, kadınla birlikte Antep’e gitmeyi teklif eder. Bu tekliften önce anlatıcının düşünceleri bellidir, kimseye faydası dokunmayacak bir kadın olarak Haydar’ı da mutsuz edecektir, aradaki kültür farkı yüzünden bir araya gelmeleri mümkün değildir zaten. Duygulardan bir acımayı seçtim, malum sevgiye dair hiçbir şey yoktu ama anlatıcı da pes etti herhalde, Haydar’ın son teklifini kabul ederek bitirdi öyküyü. Çok hızlı ve yamuk bir son sanıyorum, daha bir işlenip iyi hale getirilebilirmiş. İyi öykü tabii.
“Biz Ki Sessizlik ve Huzur Düşlememeyi Öğrendik Seninle” öyküyle roman arasındaki -bence- varsayımsal sınırı ortadan kaldırarak başka bir iş beceriyor, birbirine yoğunlukça denk iki bölümü bağlayarak uzuyor. Karakter isimleri değiştirilse bağlar kopar, iki öykü çıkar ortaya. Mimu’nun yaşamını dışarıdan görüyoruz, geleceğe zıplama haricinde büyük hareketler yok. Başlangıçta okul vardı, zil çalınca karakterler çıktı ortaya. Mimu hassas bir çocuk, insanların “farkında”, gözlemliyor ve öğreniyor. Okul manzaraları, kargaşa gürültü, o sıra Varto depremle sınandığından üç çocuk geliyor Mimu’nun sınıfına: Can, Apo, Hüseyin. Çocuklar kendi aralarında “tuhaf” sesler çıkararak konuşuyorlar, Mimu merakla gözlemliyor. Hüseyin’e tutuluyor biraz da, yan yana oturuyorlar. İlk bölüm boyunca çocukların sınıfa uyum sağlayamamalarını görüyoruz, öğretmenler şiddet uygulamaya başladıktan sonra ipin ucu kaçıyor zaten. Mimu’nun gözleri doluyor, ailesine durumdan bahsedince o çocukların dışlanması gerektiğini öğreniyor da nedenini anlamıyor, ilginçlikten başka neleri var o çocukların? Hindistan Büyükelçisinin kızı Nirja da ekibe katılınca okulun en dikkat çeken grubu çıkıyor ortaya, Kürtçe ve Urduca cümleler Türkçenin yanında çınlıyor da öğretmenler engellemeye çalışıyorlar hemen, dil grubun içine çekiliyor ve yaşamını sürdürüyor. Komik, karakomik, üzücü anılar birikiyor, en sonunda çocukları okuldan yolluyorlar, Nirja da okuldan ayrılıyor, tek kalan Mimu çalışıp okulu bitiriyor, üniversiteye kadar atladık gerisini ve ikinci bölüme başladık, hikâyenin ekseni değişti bir anda. Karaköy’de arkadaşlarından birine rastlıyor Mimu, süper üçlü hemen yanında bitiyor. Eski günlerdeki yakınlığı kuruyorlar hemen de hangi fraksiyona dahil oldukları muamma. Ülke çalkalanıyor, insanlar birbirlerini vuruyorlar o dönem, herkes birbirinden çekindiği için aynı safta yer alıp almamalarını anlamaları sürüyor biraz. Bakıyorlar ki kabaca aynı yerdeler, Mimu üç kafadarın evine gidip menemene ekmek banıyor, geceyi orada geçiriyor ve ertesi gün sol görüşten kitlelerin eylemine sahne olacak cenazeye birlikte gidiyorlar. İlkokulda olduğu gibi içlerinden biri yine Mimu’yu kurtarıyor ve kurşunu yiyor, ekin gibi biçilen gençler bir bir düşerken Mimu arkadaşlarından birinin fedakarlığıyla canını zor kurtarıyor. İki karakterin belli belirsiz vedalaşmasıyla bitiyor öykü, yeterince şaşırttığını anlayınca. Çocukluk anılarından çalkantılı, siyasi atmosfere geçiş başarılı, küçüklerle büyüklerin değiştiklerini ve değişmediklerini verme biçimi başarılı, biçem başarılı, dört dörtlük öykü.
“Masalara El Sürmek” biyografik öykünün hasıdır, Arif Sağ’ın çocukluğunu milletvekilliğiyle birlikte ele alan hoş bir kurgusu var. “Unutmak” bütün bağlarından kurtulmaya çalışan bir kadının öyküsü, Dorman’ın ironik, azıcık uçuk anlatımıyla kurulu. Bu dört öykünün dördü de olmuştur, hayranlıkla okunur.
Cevap yaz