Melida Tüzünoğlu – Annem Bir Robot Doğurdu

Annenin robot doğurmasının nedenini devreden devreye kesilen, atlayan, zıplayan anlatıya, anlık dikkat noktalarını zekânın yapaylığında anlamca rast gelemeyen, bakışça birleşen cümlelere bağlarım. Robotluk birazcık zorlamadır da şu: “Madde I”, “Madde II” şeklinde bölümlenmiş öykünün adı “Hayır Yasası: Ecel I”, bunun “II”si de var, hayırlık anneye karşı çıkmakla dolu, anlatıcı anneye karşı çıkmak. Çipler mi zorlanıyor, robotluk çağrışım mı demektir, neler olduğunu yine anlatıcı sıkıştırıyor araya: “Anne, kafam çok karışık, görüntümle hafızam birbirine geçiyor, cümlelerimden anlam çıkmıyor. İç içe danteller, pamuk zincirler yapıyorum. Televizyonun üstüne koyuyorum. Oradan bana beyaz iplerle görüntü aktarıyorlar.” (s. 12) Havanın cehennem kadar sıcak olduğunu söylüyor anlatıcı, anlam hararet mi yapıyor acaba? Yani bu robot işi yaş biraz, şüphesiz ki biz yapay zekâyı insan suretinde yarattık, o halde bu karmaşanın bağı anlatıcının göbeğine denk değildir. Çoklu kişiliklerinden birini toprağa kakılı kökler olarak gören bir ağaç anlatabilseydi olup biteni, meğer ki bölünmenin diğer yanlarını da görmüş, bu biçimdi. Tercih. “İstiklal marşı” da öyle, marşlar ve marş armoni benzeri anlatısal dolambaçlar bir örüntü çıkarmıyor mu, çıkarıyor, bağlantıları gevşek mi gevşek, o zaman anlatılandan çok anlatımın biçimine bakacağız ki elimizden kurtarmayalım ipleri, sıkı sıkıya tutmalık bir durum olmadığı için. Murat Yalçın’ın seveceği bir hal ki sevmiş, dergiye koyuvermiş birkaçını, sözcüklerin olur olmaz yerden kırılmalarını görmemişse de sorun değil, o kadar yaklaşmaya gerek yok, anlatı paramparç. Eksik. Takip ediyorum ama dediğim gibi, ipler gevşek. İstanbul’a motosikletiyle gelen bir ecnebinin ilk öğrenmesi gereken numara için ayrı bir bölüm ayrılmıştır, küçük harfler ve birinciyle üçüncü tekil şahıslar karışmalı, motosikletli Viyana’dan mı, bir yerden gelmiş olsun, kendi hikâyesini anlatır da memleketine değinmez, o esas anlatıcının, robotiğin işidir. Helmet trafikte astım krizi geçirmeli, sıcakta pişmeli ve memleketin trafik hiyerarşisini öğrenmelidir, anlatıcı uçaktan televizyona, teninden devrelerine geçmelidir. Çağrışım bile değil, görüntülerin fotoğraflar gibi belirmesi, anlatılırken kaybolması, yaşantı potpurisi. İlk üç öykü en azından, üçüncüde bir iki meseleyi görür görmez tanırız: kulakların kızarmaları mesela. “Göbekleri şişmekte, akciğerleri boşalmakta, kulakları kızarmaktalardı. heeeeey yanlış fiil kullandın.” (s. 28) Anlam zengini “Kazım” veya “kazım” şapka takıp takmamasına, kazmaktan kaza nereye yanladığına bakılarak açılır da açılır, bu robot bahsi de bitiverir: “İçimdeki kemikler sızlamakta, minik elektrik devrelerim iliklerime işlemekteydi.” (s. 32) Harf enflasyonunu engellemek için kavramların izleri silinmekteydi, yabancılaşmaktan dünya uyumsuzluğuna dek ne varsa ötelenmekteydi, okura kalmalıydı bazı yorumlar, anlatıcının saçlarını kesmesiyle kendini ilk kez “robot hissetmesi” görülmeliydi, hissin anlatımdan tamamen ayrı olduğu anlaşılmalıydı, öyküyü öykü yapan ne varsa tekrar düşünülmeliydi. Zamanında düşündüm, anlamı bir kenara rahatlıkla itebilirdim, sentaksından semantiğine her şeyi bir depikte tekerleyebilirdim, kurma yetisi -söz, sözcük, sö, cümle, okurları belirtmek için de cümle- yeterliydi. Çoğuna yetmezdi, bu yüzden kafalarında takır tukur sesleri duydular Tüzünoğlu’nun öykülerini okurken. Ret veya kabul değil, öykü öyle olurluktan veya olmazlıktan bağımsız öykü, böyle de olur. Öykü zaptiyeleri gelmeden bahis kapansın.

Tipografik taklalar başlar, “Cüretkâr Bakteri’ye Ağıt”. Sprey şişesiyle uyanan anlatıcının kulağına 60 metre hızla püskürtülen madde bir aşk ilanı, şişeden. Ardında saydam kemikli küçük yılanlar, bakteriler ve yürüyen örümcek ağları görüyor anlatıcı, dakikada 10 santimetre hızla yatağına geliyorlar. O da şişeye karşı boş değil, fıslatmalarını öykü biliriz, okuduğumuz. Diyaloglarda cilveleşmenin izleri, anlatıcıda makul bir yavaşlıkla yakınlaşma, şişeden fıslar. Ağza dolan sıvı dökülüyor, su oluyor, göl oluyor odada, gölet, böylece leğen kemikleri ilk kez işe yarıyor ki bu tokuşturmalarda yüz buruşturmak serbest çünkü kolay bunlar, mesela darbe alınca bayılmak da öyle, hani keyiften de bayılınır ya, Murat Menteş aynını Korkma Ben Varım‘da kullanmıştı, pişti! Tehlikeli iş, anlamla oynananlar icat edilmemiştir muhtemelen, bir yerlerde birileri kullanmıştır. Eh, burada biriciklik önemlidir sanırım, bir oyunu ilk kez oynatan DM diğer oynatıcılardan anlık buluşlarıyla ayrılacaktır, buluşlar zaten bulunmuşsa o buluş, buluş olmaktan çıkacaktır. Kısacası literatürü, sözcük mikseri metinleri, anlam kırkyamalarıyla dolu anlatıları, neler varsa onları gözden geçirmeden, okumadan, ne yapılacaksa onları yapmadan bir şey bulmak, aslında değildir bulmak. Hikâye sürdükçe malum çabanın sıradanlığından kurtuluruz, Cüretkâr Bakteri’nin anlatıcıyla münakaşasına geliriz, insanın da böcekler gibi üremek, üremek, üremek istediğini söyler Bakteri. (Cüretkâr) parantezi söylenenin niteliğidir, anlatıcı (Epik) çıkışır, (Şoke) sözler şaşkınlığı belirtir, (Teatral) konuşan “Ben” tiradını ballandırır, epik bölümde sözcüklerini allandırır, kana bular yani, biçimi de epik şiire yasladı mı iyi takladır bu da, diyalog sık sık biçim değiştirir. Bu öyküyü de bir aşk föşküllemesiyle geçelim: “Benim tazyikli sevgilim, her tehdidi geldiği gibi savuran, benim kırılgan benliğimi savunan mertliğin.” (s. 60) Odada gezinen üç beş sivrisineği iki elimde iki fısla def ederken benzer bir şey söyleyip öpmek istemiştim şişeleri çünkü bu şişeler umuttur, fazilettir. Bakteriye ağıt söylenmiştir sonda, hijyen delisi sabun perisi tarafından bir uğurlamadır aynı zamanda, mikroplarla anlaşma konusunda ihtilafa düşmenin hüznünü de yansıtır.

“Arkadaşlarıma Nutuk”, anlatıcının bazı soyut şeylerin alınıp satılmasıyla ilgili verdiği malumattır, arkadaşlara gösterilen bir yoldur ve yatırım tavsiyesidir, gönül rahatlığıyla okunabilir, hatta kitaptaki en okunabilir öykü, ne aradığınıza göre. İyi de bir başlangıç, hoş, bir şeyleri arkadaşlarına anlatmak için sabırsızlanan anlatıcı hemen sabır satın alır ki sabırsızlığını yenebilsin. Parayı basar, soyut bir şey alır, şunlar değil: Sevgi, Sadakat, Selamet, Sorumluluk. “S”yle başlayan şeyleri alırken dikkat etmemizi hatırlatır anlatıcı, sonra şu marş ve benzeri işlere döner, neden döndüğünü anlayan beri gelsin: “Uluslararası bankalar delalet, hıyanet hatta kıyamet içinde bulunabilirler. İşte bu ahval ve şerait içinde, birdenbire tüm mal varlığınız bir teneke kutu almaya bile yetmeyebilir dostlarım.” (s. 67) Valla bunu bir yere tıkamayız da iyi bir örneği hatırlattığı için teşekkür edebiliriz kendisine, Cem Akaş’tan: “Hayatta en hakiki mürşit sikimdir.” Bağlamıyla, buluşuyla dört dörtlük bir biçimde karşımıza çıkar bu, Tüzünoğlu’nunki çıkmaz. Sabrın tükenişi iyidir, İstiklal’de yürüyen karakter düşer, dövülür, yerden yere vurulur, dolandırılır, kovulur, aldatılır, bütün bunlar sabrını tüketir. Tedarik ettiğiyle bir süre idare eder de bu kez başka bir şey azalır, Huzur almak zorundadır artık. Son. Atatürk’ün meşhur konuşması da sabrın bir yerinden girer metne, 36 buçuk saatlik konuşmanın altı gün sürmesi bazı liderlerin neye yatırım yaptıklarının açık seçik göstergesi.

Öyküler giderek duruluyor, albino adamın albinoluğu yayma cemiyetlerinden birine bağlı olduğunu anlatıcıya sapladığı albinolaştırma enjektöründen anlayabiliriz, albinolaşan insan kara koyuna dönüşecek, ironiyi anlamayan nesle aşina olmayacaktır. Beyaz Hastalık birkaç yüz gramlık beyaz yoğurttan başka beyazlıklara uzanacak, iğneyi yiyen de öyküyü bir yerden bir yere bağlayacaktır da neyi nasıl yapacağını hiç çaktırmayacaktır. Bu öykülerin olayı pek bir şey çaktırmaması çünkü çaktıracak pek bir şeyinin olmamasıdır. Sanat anlatmak için yapılır, dolu veya boş, öyle veya böyle.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!