Henry James’in itelemesiyle basılan ve yine James tarafından hunharca övülen, kimilerince Conrad’ın en mühim eseri. Sanırım Adam’dan Ölüm Seferi adıyla çıkmıştı, şimdi evde bulup karşılaştırma yapamam, ben Can’dan çıkanını okudum, çevirmen Erhun Yücesoy. Conrad Narcissus adlı bir gemide üçüncü kaptanlık yapmış gerçekten, altı ay boyunca tayfayla cebelleşip fırtınalara karşı koymuş, sonra oturup metnini yazmış bir güzel. Metin ABD’de The Children of the Sea adıyla basılmış, “nigger” meselesinin baş ağrıtmaması için. Victoria dönemi romanın inişli çıkışlı seyrini sürdürdüğü bir dönem, pek çok türde roman yazılıyor, bunların arasında denizde geçen macera romanları kafaya oynuyor. Conrad bir karakterine bu “pulp” romanlardan birini okutuyor, belki her ne kadar hakir görülse de bu tür romanların yazma şevkini ateşlemesinden ötürü. Kendisi bu tür ucuz bir roman yazmıyor tabii, gelmiş geçmiş en iyi deniz romanlarından birini olarak görülüyor bu roman. Birkaç mevzu bu görüşü aydınlatabilir, ilki müthiş bir izlenimcilik. Conrad martıların gemi üzerindeki danslarından batan güneşin tayfada uyandırdığı imdüşümlere -imdüşüm? ben sevdim bu uydurmacılığı- kadar geniş bir bet(im) -eeh- sunuyor okura, anlatıcının da ötesine geçip karakterlerin gördükleri manzaralara, yaşadıkları duygulara opak bir mercekten bakıyoruz. Bulanık. Gerçeklik olabildiğince ortada ama insandan yansıdığı için sayısız forma bürünüyor, anlatı dünyası renklendikçe renkleniyor. İkincisi, tayfanın insanlığı, geminin dünyayı sembolize etmesi. İki kola ayrılıyor bu, gemide kırk iki milletten insan var, gemi de kadın olarak görüldüğü için mikro bir dünya kurulu. Kaptan pek ortaya çıkmıyor, çıktığında da gerçekleri yüze vurma veya cezalandırma dışında bir işlevi yok, tanrı gibi bir şey, kulları yoldan çıktığında orada olan, İsrailoğullarının kafaya sopa indiren tanrısı adeta. Bu arada kaptanın zalim, gaddar dahi davar olduğu söyleniyor ama tiplemeden uzak bir adam var ortada, kaptanın tamamen kötülük yapmaktan ibaret olduğunu söylemek zor. Tayfanın iyi çalışmadığını söylüyor, bu kısmen doğru. Az sonra ele alacağım karakterlerden birini azıcık tartaklıyor, isyan tehlikesine karşı makul bir eylem. Çalışması gerekirken ense yapan esas oğlana ses çıkarmıyor, bu da iyi. Adamı neden gömüyorlar anlamadım, kaptan ateşle barut gibi bekleyen tayfanın kontrolünü sağlamak için olabildiğince insancıl davranıyor, hatta büyük bir fırtınadan kurtuldukları zaman adamlarına kahve pişirilmesini bile sağlıyor bir açıdan. Tepeden tabana inen zorbalığın anlatısı değil bu, bir dünyanın simülasyonu. İkinci kolda bu deniz dünyasının karayla iç içe geçtiğini gösteren birtakım detaylar var, tayfanın gemiye bindiği ilk bölümde insanların “bir mağara duvarına yansıyan gölgeler” olduğu söyleniyor, sonraki bölümlerde geminin karadan gittiğini düşündürecek çeşitli benzetmeler, semboller çıkıyor karşımıza. Denk gelirsem alıntılayacağım. Mr. Baker’la başlayalım, zira anlatı onun gemide tayfayı toplamasıyla başlıyor, gemiden en son inen yine o. Başta geminin ve insanların tasvirleri var, bahsettiğim kitabı okuyan Singleton’la tanışıyoruz sonra, en önemli üç karakterden biri. Yaşlı bir denizci, kayıtlara göre karada kırk aydan fazla kalmamış, ömrü denizlerde geçmiş bir adam. Kaya gibi sağlam, olaylara pek dahil olmasa da sağduyu kumkuması gibi duruyor, ağır işleri yapıyor, gözlemci rolünde. Anlatıcı tayfadan biri, anlatının sonu haricinde onu da aktif bir rolde görmüyoruz, asıl gözlemci anlatıcı. Bu arada anlatıcının geminin ta kendisi olduğu, dünyanın dile geldiği söyleniyor ama doğru değil bu, ayrıntılardan anlaşıldığı üzere kanlı canlı bir adam anlatıcı. Singleton’ın okuduğu metinden ne anladığını merak ediyor, adamın metinden ötürü büyülenip büyülenmediğini sorguluyor, belli ki kitaplar hakkında az buçuk bilgisi var, betimlemelerin anlatıcıda var olan bir edebi temelden fışkırdığını anlıyoruz, kurgunun bu kısmı da sağlam. Belfast’ı tanıyoruz Singleton’dan sonra, bu bıcırık gemideki kaptanların iyi olduğundan bahseder, tabii tayfa birlik oluşturabilirse. Donkin ikinci önemli karakterimiz, kaypak bir herif, iş yapmasa da yapıyormuş gibi görünme derdinde. Çalıştığı Amerikan gemisinden şutlandıktan sonra bizim gemiye yazılmış, üstü başı yırtık pırtık, hiçbir şeyi yok. Gemidekilerin duygusallığını kullanarak üstünü başını yeniliyor, sonuçta her ne kadar işe yaramaz bir herifse de -ünü kendinden önce geliyor- artık tayfanın bir parçası, o kıyafetlerle dolanması onurlarına dokunur diğerlerinin. James Wait meşhur zencimiz, gemiye en son o geliyor. Bir öksürüğüyle dağı taşı inleten koca bir adam Wait, daha gemiye çıkar çıkmaz öksürüyor, hasta olduğuna dair tayfayı bilgilendirmiş oluyor. Önce aşçının yanına giderek gemi hakkında bilgi alıyor, ortamı müsait bulunca yakında öleceğinden bahsediyor, Donkin gibi işten kaytarma derdinde olduğunu düşünüyoruz başta ama James’in müphem karakterlerini andırdığı için peşin hükümlü olmuyoruz, zira Belfast adamın gerçekten hasta olduğunu düşünmeye meylederken çoğu inanmıyor buna, yine de Wait’in sürekli ölümden bahsetmesi ve kendilerini suçlaması yüzünden ses çıkarmıyorlar, Wait günlerini yatışla geçiriyor. Gemi yola çıktıktan bir süre sonra Ümit Burnu civarında fırtınaya yakalandığı, batmaya çok yaklaştığı sırada herkes canla başla mücadele ederken Wait yine yatışta, adamı zar zor çıkarıyorlar sıkıştığı yerden. Bu fırtına bölümü karakterlerin gelişimini anlatıyor bir yandan, her bölümde insanların tepkilerinin yavaş yavaş biçimlenmesine şahit oluyoruz, fırtınalar ve kavgalar mihenk taşları olarak çıkıyor karşımıza. Singleton’ın güzel bir yorumu var: “‘Gemilerde bir sorun yok. Asıl sorun içindeki insanlarda!’” (s. 36) Wait de en az Donkin kadar zarar veriyor ortama aslında, Belfast’a kaptana verilecek bir tatlıyı çaldırıyor, kaptan küplere biniyor ve gemideki huzur ortamı kayboluyor ortadan. Sonlara doğru Donkin’in Wait’i tehdit ettiği bölüm geldiğinde sanki çıkar çatışmasında kaybettiğini düşünen kötü bir adamın diğer kötüye çattığını görüyoruz, ölmek üzere olan Wait’e parasını çalacağını söylüyor Donkin, elinde hiçbir şey olmadığı ve milleti kaptana isyan ettirme çabaları boşa çıktığı için -kaptan keriz olmadığı için durumu anlayıp herkesin içinde şamarlıyor Donkin’i- elinde başka bir güç yok, adama musallat oluyor ama Wait ölmek üzere zaten, pek bir şey de yapamıyor. Cenaze töreni sırasında tabut denize bir türlü düşmüyor, Belfast haykırarak artık gitmesi gerektiğini söylüyor Wait’e. Adam öldükten sonra bile dünyada/gemide kalmak istiyor, herkesi dehşete düşürerek doğaya meydan okur gibi gözüküyor ama denizin dibini boyluyor en sonunda.
Gemi karaya yaklaşıyor, Manş’a giriyor, en sonunda İngiltere’nin limanlarından birine yanaşıyor. Ahalinin yavaş yavaş dağıldığını görüyoruz, kaptanlar kendi sınıflarının uyarınca karşılanıyorlar ve hareket ediyorlar. Kaptan kaptan güzel bir kıyafetle iniyor gemiden, Mr. Baker kimsesi olmadığı ve kız kardeşi bir kodamanla evlenip kendisini reddettiği için -kodamana göre denizci bir kardeş beladan başka bir şey getirmezmiş başa- gemiden inmek istemiyormuş gibi dolanıyor ama iniyor en sonunda. Sınıf ayrımına dair derin bir okuma yapılabilir, gemideki yemek fasıllarından işlerin dağılımına kadar pek çok malzeme çıkar. Neyse, herkes parasını alıyor ve yavaş yavaş dağılıyor. Anlatıcı, uzun zaman geçse bile gemideki herkesi hatırladığını ve hatırlayacağını söylüyor, hiçbirini bir daha görmediğini de ekliyor. Ölüm gibi bir şey, bir kere gemiden/yaşamdan indikten sonra tekrar karşılaşmak diye bir şey yok.
Klasik bir metin, Conrad’ın kurgusu özgün. Bir el atılmalı.
Cevap yaz