Virginia Woolf – Mrs. Dalloway

Akşit Göktürk’ün incelemesinden bir iki şey çarpmam lazım, dağınık fikir kırıntılarımı Göktürk’ün yardımıyla derleyip toparladım. Bu kısım tamamen Göktürk’ten: Virginia Woolf ve Arnold Bennett arasında romana dair ünlü bir tartışma sürüp giderken Bennett bu romanı okumayı bitiremediğini, gerçekte neyden söz ettiğini anlamadığını, Woolf’un bu romanla neyi amaçladığını anlamadığını söylüyor öfkeyle. Adam düzenli bir akış arıyor, A noktasından başlayıp dümdüz bir çizgide B’ye ulaşan, arada derede kıssadan hisse veren bir anlatının derdinde ama son savaş denen büyük bir beladan yeni kurtulmuş dünya, bilinen bütün değerler tepetaklak olmuş, haliyle klasik anlatı da sallantıda. Woolf’a göre H. G. Wells, Arnold Bennett, John Galsworthy gibi Edward çağı romancıları “özdekçi”, materyalist, girdisi çıktısı belli bir edebiyatın peşine düşen antikalar olarak görüyor, hatta direkt alıntılayayım: “‘Önemsiz şeylerden söz ediyorlar hep; havadan sudan, geçici şeyleri gerçek ya da kalıcı göstermek için sonsuz bir ustalık, bir çaba harcıyorlar.’” (s. 77) Yine Woolf’a göre bu romancılar karakterlerinin iç dünyasını umursamayıp olay örgüsünü, betimleri sağlam tutarak çatıyorlar kurmacalarını, oysa çağ değişti, psikoloji yükselişte, Freud edebiyat camiasını derinden etkiliyor, dolayısıyla yeni anlatım biçimleri şart. Günün insanını yakalamak için eskinin biçimleri yetersiz, bir şeyler değişmeli. İç dünyayla dış dünya arasındaki uyuşmazlık verilmeli öncelikle, insanların inançlarının değişmesi, yıkılması gösterilmeli, insanın ıstırabı modern biçimde verilmeli. Woolf bu uğraşın peşine düşüyor. “Bir Virginia Woolf romanının çok yönlü anlam gücüllüğü altında yatan temel etken, tıpkı Proust ile Joyce’un romanlarında olduğu gibi, dile getirilen yaşantının az tanınan özelliğidir. Gerçekten de insanın iç yaşamı, yaşamın bütününün dışsal biçimlerine oranla, sonsuz belirsizlikler gösterir.” (s. 79) Dünya sabit ama insan sürekli değişiyor, anlatının güncel zamanında değişebildiği gibi geçmiş zamanda bir nirengi noktası varsa o noktadan güncele değişimi de izlenebiliyor, çok katmanlı karakterler bu iki değişim kanalı vasıtasıyla oluşuyor. Bu romanın ana anlatı zamanını tek bir gün oluşturuyor ama geçmişe dönüşlerle birlikte geniş bir zaman aralığına yayılan olayları ve karakterlerin değişimlerini, yaşadıkları dünyaya uyum sağlayıp sağlayamamalarıyla ortaya çıkan mutluluklarını ve huzursuzluklarını görüyoruz. Bilinç akışı tekniğinin en başarılı örneğinin bu metinde kullanıldığı söyleniyor, geçiş noktalarına baktığımızda gerçekten de şapka çıkartıyoruz, zira bir karakterin bilincinden bir başkasının bilincine geçişler ani ve sarsıntısız, kayarcasına. Genellikle bir temas sonucu gerçekleşiyor bu kayış, karakterler birbirlerini görüyorlar veya biri diğeri hakkında bir şey duyuyor, hemen bir diğerinin kafasının içine giriyoruz. Oldukça doğal bu, bir de daha uzun mesafeli atlayışlar var, paragraflar arasındaki boşlukla sağlanıyor, ilkine göre daha az kullanılıyor bu. Mekân ve zaman keskin bir şekilde değişiyor, klasik anlatıdan da tamamen kopulmadığını görüyoruz, radikal bir değişim yok. Gerçi geri kalanı metnin büyük bir kısmını oluşturuyor, lafımı geri alıyorum.

Mrs. Dalloway’in -Clarissa diyeceğim bundan sonra- çiçekleri kendisinin alacağını söylemesiyle başlıyoruz. Akşama evinde davet düzenliyor, eşi Richard’ın potansiyel vadederken pek bir şey olamamasına rağmen çevresi geniş, Londra’nın kodamanları toplanacak, evde yıldızlar geçidi düzenlenecek. Başbakan bile geliyor, üst seviye bir ortam. Sabahtan Clarissa dışarı çıkıyor, nefes aldığını hissediyor, hava sabahın ilk saatlerinde son derece taze, güzel. Otuz yıl önceki gençlik zamanlarını hatırlıyor kadın, Peter Walsh bu anımsayış sırasında ortaya çıkıyor. Birbirlerine aşıklar o zamanlar ama bir araya gelemedikleri belli oluyor, yine de o günler rahatlatıyor Clarissa’yı, belli ki ellili yaşlarında iyice gördüğü manzaradan hoşnut değil. Peter’la evlenmeyi reddeddiğini anlıyoruz, eğer aşık olduğu adamla evlenseydi bütün hayatının o adama endeksleneceğini, kendisine boş zaman kalmayacağını düşünüyor, korkuyor biraz ve sıkıcı ama stabil Richard’la evleniyor, birbirleriyle pek alakaları yok, Elizabeth nam bir kızları var, o da serbestçe takılıyor, Clarissa da özgürlüğünü doya doya yaşıyor ama bir yandan geride bıraktığı mutluluğu anmadan edemiyor. Teklifi reddedilince yıkılan Peter bir süre sonra Hindistan’a gidiyor, evleniyor ama dikiş tutturamıyor, davetin yapılacağı gün Londra’da dolanıyor. Peter mektuplarında tam tarih vermediği için Clarissa o gün hiç beklemiyor Peter’ı ama bilinç akışına baktığımızda Peter’ın aslında hiç gitmediğini anlıyoruz, Clarissa bir ölçüde geçmişte yaşıyor. Beş altı kişilik arkadaş grubuyla geçirdiği eğlenceli vakitleri unutamıyor, bu arkadaşlardan Hugh’yla karşılaştığında mutlu oluyor, zamanında Hugh’dan hoşlandığı için Peter’ın kendisini hiç affetmediğini hatırlıyor. Her karakter geçmişin farklı bir parçasını ortaya çıkarıyor, parçalar yerli yerine oturuyor. Clarissa’nın Peter’a hiç yazmadığını öğreniyoruz arada derede, Peter’sa yavan mektuplar yazıyor, geçmişe duyduğu özlemi bu şekilde dindiriyor. Clarissa yürüyüşünü sürdürürken insanları içgüdüleriyle tanımakta büyük bir yetenek sahibi olduğunu düşünüyor ama alternatif bir tarihin düşüncesi bırakmıyor onu, Peter’ı reddetmekle doğru yaptığını düşünmekle birlikte başka sesler karışıyor, düşünceleri değişiyor. “Ah hayatımı yeni baştan yaşayabilseydim! diye düşündü, ayağını kaldırıma atarken, hatta görünüşüm bile bambaşka olsaydı!” (s. 13) Yürürken yaşamın akışına baktığında farklı karakterlere geçmek için gereken temasları kuruyor. İlki Shakespeare’den bir parça, güneşin sıcağından, öfkeli kışın soğuğundan korkmamasını söylüyor dizeler ama güzellikten, dostluktan uzaklaştığını, her şeyin çok geç olduğunu, rezil bir dünyada yaşadığını düşünen Clarissa nefretle doluyor, kendini kolaylıkla kandıramadığını fark edince öfkesi yükseliyor. Septimus Warren Smith’e ve eşi Lucrezia’ya geçiyoruz, Clarissa’yla birlikte aynı arabayı izliyorlar. Temas. Septimus’la Clarissa tanışmıyorlar, anlatı boyunca birbirlerine en yakın oldukları zaman bu, ruhlarıysa her daim bir. Septimus fakir bir oğlanken savaşa katılıyor, iyi anlaştığı komutanının ve arkadaşının ölümüne şahit olduktan sonra, tabii o zihin yıkıcı şiddeti de yaşayınca akıl sağlığını yavaş yavaş kaybetmeye başlıyor, savaştığı İtalya’da tanışıp sevdiği eşiyle birlikte Londra’ya geliyorlar, bir süre sonra Septimus’un şizofrenik hali çıkıyor ortaya, arkadaşının etrafında dolanıp durduğunu görüyor, akıl sağlığını iyice kaybediyor, kendi dünya görüşlerine sıkı sıkıya bağlı iki doktorun tedavi yönteminin anlamsızlığı, bir ölçüde gaddarlığı sonucu intihar ediyor. Clarissa’nın davetine katılan iki doktordan biri bu intiharın haberini veriyor ve Clarissa’nın dilemması iyice belirgin bir hale geliyor, intihar partide bahsedilecek bir şey değil, ortamın havası kaçtığı için doktora kızıyor ama intihar eden Septimus’un yerine koyuyor kendini, ruhen rahatlıyor. Woolf en başta Clarissa’yı intihar ettirecekmiş Göktürk’ün dediğine göre, belli ki daha iyi bir son için Septimus’un kaderini değiştirmiş veya doğrudan Septimus’u sokmuş metne. İki acılı ruh, tek bir acı çağı.

Woolf kişilerinin ardına mağaralar kazdığını söylüyor bir yerde, bu mağaralar görülen veya görülmeyen tünellerle birbirine bağlanıyor, dolayısıyla tek bir mağaranın ne ölçüde genişleyebileceği metnin sonuna kadar anlaşılmıyor. Doktorların rollerini Septimus’un intiharına ve davetteki muhabbete kadar tamamlanmış olarak göremiyoruz, ayrıca Septimus’un Clarissa’yla aynı Shakespeare metnine denk geldiğini de anlatının sonlarına kadar görmüyoruz, yaşamın ta kendisine yakın bir kurmaca örneği. T. S. Eliot’a göre Woolf “bilerek dışarıda bırakıyor” bazı parçaları, okurun zihnini aktif olarak kullanıyor, metin yazılmadan yazılıyor böylece. Okurun metinle birlikte uçmaya hazır olması gerek, bunu en son Latife Tekin söyledi yakınlarda, alaycı yaklaşımlar da oldu gerçi ama gerçekten de metnin düşündürmediği şeylerin varlığından bahsederken düşünememekten de bahsetmek gerek, okurun metin karşısında kendisini konumlandırması çok önemli, yoksa Bennett’in çarptığı anlamsızlık duvarına çarpabilir.

Ne diyeyim bilemiyorum, çok temel bir metin, okunmalı. Bu benim okuduğum ilk Virginia Woolf metni, otuz ikime gelene kadar Woolf’tan tek bir satır okumamıştım açıkçası, şimdiye kısmet. Az zaman, çok kitap, ancak şimdi.

Son bir şey, öznel. Ankara’yı çok özledim, Pilli Bebek’in son şarkısını günlerdir döndüre döndüre dinliyorum. Şu bela geçer geçmez Kuğulu Park’ta oturup dinleyeceğim gün ne kutlu gündür, bu şarkı ne güzel şarkıdır.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!