Çocuk, daha da iyisi kitap okuyan çocuk. Severim. Ayrı ayrı ele alalım, mesela dümdüz çocuk olsun anlatıcı. Düz ama. Daha çocuk olduğu için somut işlemler evresine geçip hayal gücünü mahvedenlerden olabilir, olmayabilir, yazarın bileceği iş. İlk seçenekteki çocuk anlatsın. Ajar’ın çocuğu olabilir, yoksulluğu anlatır, annesinin bir gün gelip kendisini alacağını söyler, bıdır bıdır konuşur. İyidir. İkinci seçenekteki çocuk gördüğünü, yaşadığını anlatsın, üçüncü şahsın gözünden de görebiliriz, fark etmez. Modern Anglosakson öykücülüğünün yılmaz bir neferi olur, odunlamasına anlatımdan biz çıkarırız ne olup bittiğini. William Trevor’ın iki çocuğunu hatırlıyorum, ailelerinin dağılıp dağılmayacağını düşünmezler, enine boyuna düşünmezler en azından, onların cefasını biz çekeriz. Odalarında oynar bunlar, yemek yerler, yatarlar, kalkarlar, okula giderler, arada anneleriyle konuşurlar, babalarının yokluğunu merak ederler, sonra yine oyun oynarlar. Nedir, okur olarak uyarmak isteriz onları. Uyarmak isterdim. Demek isterdim ki, “Çocuklar, aileler dağılır, hayatta boktan şeyler olur ama boktan diye nitelediğiniz şeyler belki de başınıza gelen en güzel şeylerdir. Bilemezsiniz, upuzun zamanlar geçince anlarsınız, belki yine anlamazsınız da ömrünüzün sonunda anlarsınız, belki o zaman da anlamazsınız da ölürsünüz, bu da her şeyin sonudur zaten, üzülecek bir şey kalmaz.” Gördüğünüz gibi bir pedagoji faciası yaşatıyorum, bunları söyleyecekken söylemezdim, ne yapacaklarını merak edip okumayı sürdürürdüm. İlk ayrımın ikinci seçeneğine geleyim, kitap okuyan çocuk. Düş gücünü de yitirmediyse tamam, bunu sabaha kadar dinleyebilirim. Bir kitap okur, meselelerini çözmeye yarayan bir şey okuduğunu sanır da çözemez lakin meselesini daha iyi kavrar, daha iyi anlatır, köşelerini belirginleştirir, çizgilerini düzgünleştirir, ne bileyim, farkındalığını tatlı tatlı kurar, inşa eder, mutsuzluğuyla mutlu olur. Mutlu da olmaz, mutsuzluğu ve mutluluğu iyi anladığından kendini de iyi anlar, ne istediğini ve istemediğini anlar, metinlerle yaşamını denkler, metinlerdeki karakterlerle kendi karakterini kıyaslar, okuduğu metne göre günlük duygu durumu değişir, her gün bir başkasıdır, mesela her gün gökyüzünü ilk kez görüyormuş gibi heyecanlanır. Ne hoştur bu, bir çiçeği koklamak veya bir salyangozun hareketini izlemek için zank diye durur yolda, çömelir, dikkatini tamamen izlediği şeye vermiştir. Ben böyle bir şey gördüğüm zaman bir mucizeyle karşılaşmış gibi hissediyorum, bu yüzden seyirci tepkilerinin yer aldığı YouTube videolarını izlemeyi çok seviyorum. Bir filmden bir sahne, izleyenler kaç yaşında olursa olsun çocuk. Her gün dedim ama Dazai’nin çocuğu tek bir günle sınırlamış anlattığını ne yazık ki, başka günlerde ne yaptığını bilmiyoruz. Günlük rutinden sıkıldığını anlıyoruz gerçi, diğer günleri de anlattığı gün gibi. Sinemaya gidecekti en son, annesinden izin çıktığı için pek sevinçliydi, bu okura tesellidir. Anlatının sonuysa hüzündür: “İyi geceler. Ben prensi olmayan bir Külkedisi’yim. Tokyo’nun neresinde olduğumu biliyor musunuz? Beni bir daha görmeyeceksiniz.” (s. 54) Hay sen yaşa be Japon kızı, seni bir daha görmeyeceğiz ama bir kezi de yetti, böyle bir yaşamın var olduğunu bildik, kâfi. Dazai’nin de bu kızda var olduğunu bildik, diğer metinlerinde de yer alan iki izleği seçiyoruz hemen. Ailenin darmadağın olması birincisi, Kız bir noktada babasını yitirdikten sonra ailenin yavaş yavaş çözüldüğünü, ablasının evlenip gittiğini ve annesinin intihara meylettiğini söyler. Evliliğinden bir parça da var burada, gençliğinden bir parça da var, kısacası Dazai kendini bu Kız’a yedirmiş. Eh, intihar hakkında söylenecek bir şey varsa o da geçtiği yeri gölgelediği gibi metnin geri kalanının rengini de soldurmasıdır. Annenin hikâye boyunca hayalet gibi dolanmasının istisnası memur komşuların geldiği, misafirliği Kız için işkenceye çevirdiği andır. Kız bilir, burjuvalar o sırada süren savaşa rağmen pek neşelidir, kahkahalar atarak konuşurlar ve anne önlerinde eğilir, kalkar, onlara hizmet eder. Konduramaz Kız, hazırladığı yemeğin malzemelerini kolayca alamadıklarını düşünürsek yemeğin beğenilmeme ihtimali canını sıkar, komşu kadının bir imasından ötürü ağlayacak gibi olur, yaşamının sıkışıklığında bir vida daha çevrilir böylece. O son sinema izni belki de annenin son bir iyilik yapmak istemesinin sonucudur, ertesi gün Kız sinemaya gittiği zaman eğlenecektir de dönüşünde? Bu işte, akıllı Kız’ın kötü bir olayla karşılaşma ihtimali geriyor, muhtemelen kaldıramayacak öyle bir hadiseyi. Hikâye bir güne sıkıştığı için minnettar olmalıyız belki.
Kız sabah gözlerini açarken çok ilginç bir şey hissettiğini söyler, bizim için pek de ilginç olmasa gerek. Matruşka. Bir kutu açılır, sonra bir başka kutu, sonra başkası, böyle gider ve Kız katmanlardan kurtulup uyandığını söyler. Bizde alarm çalıyor, sonra bir daha çalıyor, her çalışta biraz daha uyanıyoruz da uyanmamak istiyoruz, işe gitmemek, öyle yatmak istiyoruz ama alarm kafamıza kakıyor yaşamımızı, “Kalk,” diyor, “Godüyü galdır da var işe,” diyor çok affedersiniz. Neyse, Kız babasına sesleniyor, ardından yatağı topluyor, “Yallah,” diyor. Yaşlılar gibi konuştuğu için utanıyor, yallahladığı şey yer yatağı, babası öyle mi iş görürdü acaba? Gözlüklerini hiç sevmiyor, kuru gözlerini daha büyük gösteriyor çünkü, mavilikler biraz daha ıslak olsaydı daha mutlu olurdu. Köpeklerini seviyor kız, onlarla azıcık oynuyor ve kaçışlarını izliyor. Dağlara, bir yerlere kaçsın köpek, zaten kimse onu sevmeyecek. Kendini bir kişi olarak görmüyor yani Kız, hayaletlikten çıkamadı henüz. Küçük mucizeleri düşünmeye başladığı zaman, mesela iç çamaşırına diktiği gülü gördüğünde biraz canlanacak. Yaşamı inşa süreci bundan sonra, kısa paragraflarda evin ve insanların halleri var. Anne çöpçatanlığa sarmış, evde yok, durmadan geziyor. Kız da geziyor biraz, tuhaflık gittiği her yere önceden gittiğine dair bir his. Her yerde bulunmuş gibi hissediyor kendini, yeniliği göremiyor. Günlük rutine dönüş, kahvaltı ederken gazete okuyor, edebiyat sayfalarında heyecan verici eleştiriler var, her kelimeden nasıl yararlanacaklarını düşünen yazarların parlak buluşları. Ülkenin durumuna dair yeni bir şey yok, savaş sürerken yazarlar milliyetçilik nidaları atıyorlar, Kız sıkılıyor onları okumaktan. Yanına afili şemsiyesini alıp trene gidiyor, Paris’i anımsatan o şemsiyeyle kibar bir Parisli gibi davranabilir. Bu davranış trendeki kabalıkla mücadele etmesini sağlamaz oysa, eşyalarını koyduğu koltuğa biri gelip oturur, Kız’ı hiç umursamaz. Okulda heyecan veren bir şey yoktur, şemsiyesiyle birlikte resmini çizmek isteyen hocasını kırmaz ki can sıkıntısı geçsin. Hocayı değerlendirir, beğenisine uydurur ama iç çamaşırındaki gülü göremeyeceğini düşünür adamın, herkes her şeyi görememektedir, insanların kendilerini açtıkları kadar görünür olduklarını düşünür Kız. Başka bir hocasının aşırı neşesini eleştirir, faciaların eşiğindeyken olur mu öylesi? Toplumun moralini yükseltmek için uğraşırlar, okulda öğretmen, evde memur komşu, üstelik burjuva, sırıtmaktan başka bir şey bilmezler. Kız er geç neler döndüğünü idrak edecek ama kendine öylesi odaklı ki pek uzağa gidemiyor, diğer insanları şöyle bir gözlemleyip kendini fikirleriyle sınamaya devam ediyor. Varlığının farkında oluşundan memnun mudur bilinmez, mutsuzluk ve mutlulukla ilgili düşünceleri tipik. Selçuk Baran’ın bir öyküsünde geçiyordu, mutsuzluk bir Batı hastalığıysa Kız bambaşka bir coğrafyanın insanlarından devşirdiği benliğini kendi toplumuyla tokuşturmak zorunda kalacak. Zaman var, daha çok gün var önünde. Şimdilik büyük yıkımlara ve zaferlere gerek yok, basit bir günün anlatımı yeterli.
Ne hoş bir öykü, okunası.
Cevap yaz