Pazarkaya’nın St. Louis Günleri adlı son kitabı YKY’den çıktı, şiir. Somut şiirlerini biliyoruz, Almancadan çevirdiği somut şiirlerini de biliyoruz, bir kısmı antolojilerde yayımlanmıştı. Rilke çevirileri konusunda işin ehli olmadığım için diyebileceğim tek şey Pazarkaya’nın Rilke’nin şiirlerini çevirdiğidir, bu konuda bu konudur dediğim. Öykülerine hakim olduğum için diyebilirim ki Pazarkaya öykü yazmıştır. Evet. Her mevsime bir kitap, her bir takvim yaprağına bir öykü veya öykücük, bazen sadece öy. Konu muhtelif, insan bir günden nasıl, ne çeşit geçerse. Sonraki öyküler onlar, Pazarkaya’nın ilk öyküleri bu kitapta. Kitaplarda demeli, iki kitabın demeti bu. Oturma İzni‘ni Derinlik Yayınları basmış 1977’de, Necati Tosuner’le Yüksel Pazarkaya’nın dostluğunun başlangıcını merak ettim şimdi. Güz Rengi Sistem Yayınları’ndan çıkmış, sonra ikisi Cem’den. Aralarındaki yirmi bir yıllık mesafe öykü anlayışını değiştirmiş, daha karanlık ve kapalı bir hikâye anlayışının ortaya çıkmasına yol açmış. İki farklı anlayışın iç içe geçtiği öyküler var, geleceğiz. İlk kitaptaki öyküler Türkiye’den Almanya’ya göçen insanların hallerini anlatıyor demek eksik gösterir içeriği, Almanya’nın kırsalından büyük kente göçen insanların dertleri de var, Alman memurların Türklerle “mücadelesi” var, durum karışık. “21 Kan Gülü” ilk öykü, Şubat 1972’nin gazetelerinden birindeki haberin hikâyesi. Köylerinden kalkıp gelen insanların tutunmaya çabalamaları bir dert, erkek egemen dünyanın baskısı başka dert, Ayşe ortada kalıyor. Hasan ister Ayşe’yi, Ömer de ister, ikisi de Almanya’da işini tutarlar da gönüllerini hoş tutamazlar Ayşe’yi görene kadar. Baba Hüsrev hemen Hasan’a verir kızı, Hasan’ın köydeki avradından başka Almanya’da da bir avradının olması lazımdır, versin kızı gitsin. Ömer’in gözü seyrir, Belçika’ya vurur kendini. Parayı toparlayıp Ayşe’nin karşısına çıkar bir gün, kaçsalar kaçarlar. Ayşe yanaşmaz, çaresizdir, koca evini bırakmak baba evini bırakmaktır, babaya ihanet edemez. Bir kez daha sorar Ömer, Ayşe yine. Son bir kez, yok. “Olmaz,” der Ayşe, olmazı Ömer’in ağzından yirmi bir kez tekrarlanır, her tekrarda bir bıçak girip çıkar bedenine. “Süsü bezeği kandan Ayşe” uzun süre yerde kalır öyle, kanı hâlâ akar.
“Çöp” kısacık bir öykü, Hamza’nın bir gün kendini devcileyin bir çöp varilinin içinde bulmasıyla ilgilidir. Atlayıvermiştir Hamza, rap raplar kaldığı odaya girmeden önce aklına gelen ilk şeyi yapmıştır, arkadaşlarından biri yatağın altına gizlenecek vakti zor bulur. İzinsizdir Hamza, turist vizesi biteli kaç zaman olmuştur da kaçak çalışmaktadır, kazandığının önemli bir kısmını işi bulana bırakmaktadır, borçlandırırlar da bir güzel, çalışıp borcunu kapatmaya çalışır. Bu son bilgiler başka öykülerden bu öyküye uyar, işçilerin sorunları pek değişmez. Çöpe giren bir Hamza’dır ama, bakmayacaklarını ümit eder. Arkadaşı Ahmet’i yatağın altından çekip çıkarırlar da çöpe bakmazlar gerçekten, iğrenç kokuların geldiği kutuya kimsenin saklanacağını düşünmezler. Polisler gidince arkadaşları çıkarırlar Hamza’yı, götürülen onlarca kişiden biri olmadığı için kutlarlar. O gece iki kişi kurtulur, diğeri de çöp kutusuna girmeyi akıl etmiştir.
“Karl Bauer’in Yabancılığı” Almanya’nın Türkiye’sinden gelen Bauer’in ve anlatıcının ailesiyle ilgilidir. İki adam da taşralıdır, Bauer de en az Türkler kadar hırpalanmaktadır. Anlatıcı Bauer gibi insanların da var olduğunu düşünmesi gerektiğini söyler bir yerde, her Alman dışlayıcı değildir ki Bauer zaten dışlanmıştır, kader ortağıdır bir anlamda. Anlatıcıdan rica ettiği, çocukların birlikte oynamaya devam etmeleridir. Başka bir öyküde Alman çocuklar Ender’i dışlarlar mesela, kestane topladıkları bir gün ağaçlardakilerin Alman kestanesi olduğunu, Ender Türk olduğu için toplayamayacağını söylerler. Bir başkası adından ötürü Ender’le dalga geçer, çocuklar acımasızca barındırmazlar Ender’i. Eve gelen çocuğumuz annesine neden dışlandığını sorar, sonra babasına sorar ve ailesinin sessizliği karşısında umutsuzluğa kapılır. Bu öyküde tam tersi, Bauer çocuklarının giderek neşelendiğini, ölü toprağını üzerlerinden attığını gördükçe çocukların birlikte zaman geçirmeleri gerektiğini düşünmüştür, Türklerin karşı çıkabileceğinden korkarak isteğini dile getirir. Devamıdır: “Yabancı işçilerin de hali yaman, dedi Karl Bauer. Bu İtalyan, bu Türk, diyorlar. Birine makarna, birine kimyon. Burun kıvırıyorlar. Sanki kendileri daha iyi. Kim kimden daha iyi ki? N’olmuş İtalyan’sa, Türk’se, diyorum. Salak salak bakıyorlar.” (s. 19)
“Bayram Masalı” Yemen’le Almanya’yı farklı zamanlar arasındaki yılları ortadan kaldırarak birleştirdiği için mühimdir, bu muhtemelen öyküdeki dervişin işidir çünkü derviş çok ulu sözler söyler, zamandan münezzeh gibi takılır, nerede ortaya çıkacağı belli olmaz. Yemen’e gidip savaşan sevdiğinin akıbetini soran kadına hoş şeyler söylemez derviş, uzun yıllar sonra aynı soruyu soran bir başkasına bu kez Almanya’ya gidenin dönmeyeceğini söyler. Gurbete gitmek ölümle birdir. Bazen de kavuşulur ama katakulli gereğidir bu, “Mahmut ile Güldane”de böyle bir numara anlatılır ki Burhan Günel Umut Zamanı‘nda değinmiştir bu meseleye. Önden kadın gider, iş bulup çalışmaya başlar, sonra davet usulüyle evlendiği adamı yanına çağırır, izin çıkarır ve adam Almanya’ya sorunsuzca girer. Mahmut da girer ama birkaç bin mark ödemek zorundadır, Güldane para ister bu iş için. Kendine güvencedir o para, başına gelebilecekleri düşününce.
Güz Rengi‘ndeki bir iki öyküye değinip bitireyim. “İki Sığınık” aynı uçakla Almanya’ya inen annelerin hikâyesini anlatır, ilk kitaptaki öykülerden biraz daha uzun ve bu kitaptaki öykülerden biraz daha berraktır. Anneler uçaktan inerler, yabancılıktan ne yapacaklarını bilemezler. Birinin oğlu dağa çıktıktan sonra çatışmalar sırasında, diğeri askere gittikten sonra öldürülmüştür ki karşı karşıya geldiklerini düşünebiliriz. Anneler çocuklarının başına gelenleri kendi yaşamlarına kıyısından dokunarak anlatırlar, Kürt annenin köyü basılmış ve evi yakılmıştır örneğin, insanların vurulduğunu görmüştür anne, Almanya’ya gelmesi bundandır. Diğerinin kızı ve damadı vardır Almanya’da, onların çağrısıyla gelmiştir ama Alman görevliye kızının istediğince orada kalacağını söyleyerek kendini tehlikeye atar, kalması zorlaşır, nihayet kötü muameleye tepki göstererek dönmek istediğini haykırır. Kürt anne de yakınlık duyduğu kadınla birlikte geri dönmek ister, aynı kötülüğü görmek istemez, haksızlığa ses çıkartır. Dönerler.
“Biz Nerdeyiz, Ah Nerde?” müthiş bir mekan öyküsü. Nesneler, insanlar, mekanda ne varsa bütün yapıyı ortaya çıkarmak için kullanılabilir, aralarında ilginç bağlantılar kurulabilir, öykü iyice genişletilebilir ki genişlemiştir. Pazarkaya şahane bir atmosfer yaratır: “Girit nerde, Kıbrıs nerde, Türkistan nerde?” sözlerinin sürekli tekrarlandığı bir türkü çalmaktadır geride, insanlar muhabbet ederler ve anlatıcı memleketlilerinin arasında her şeyi duymaya çalışır. Biri diğerine Alevi olduğunu söylemesini tembih eder, ölüm tehlikesini duyunca Almanlar sığınmacı olmasına izin verirlermiş. Bir işçi on iki yıldır çalıştığını ama eline koca bir nah geçtiğini söyler, memlekete dönmek de istemez çünkü en kötü nah en iyi Türkiye’den iyidir zannediyorum. Biri Meksika’dan bahseder, oraya gidecektir, sorana oranın Türkiye gibi bir yer olduğunu söyler. İnsanı sıcak, güneşi bol bir ülke. İnsanları devlet öldürmez de uyuşturucu baronları öldürür orada, bir fark budur herhalde. Gerçi baronlar devlettir, bu da aynı.
Pazarkaya’nın öykülerini severim ben, bu kitaptakileri de sevdim. Hikâyeye geçiyorum, sonra da kafayı koyup uyuyorum. Hadi bakalım: Çarşamba gününe sözleşmiştik çünkü iş güç, koşturmaca, kafa yorgunluğu. Okuldan çıkıp metroya, oradan Marmaray’a, oradan tekrar metroya, elimde bu kitap. Bostancı’da indim. Belediye Blokları’na giderken soldaki hastaneye baktım, âşık olduğum kadınla gelmiştik oraya bir zamanlar ama bu hikâye için lüzumsuz, benim için lüzumlu, hikâyeyi mahvetmek uğruna bırakıyorum bu bilgiyi. Hastaneyi geçip aşağı indim, apartmanın önünde telefon edip numarayı sordum çünkü hep unutuyorum. Tuşladım, yukarı çıktım ve masaya oturduk. Ben genellikle bir şeyler soruyorum çünkü öğrenmek istediğim çok şey var, bazı şeyleri yazmayı çok isterim ama kısa süre içinde yazacağımı sanmam, mesela Oğuz Atay’a nasıl yaklaştıklarını anlatmıştı da şaşırmıştım, Kemal Tahir’in evine gidip gelenleri biraz dudak bükerek saydığında gülmüştüm, böyle şeyler. Dört gün geçti de unuttum neleri sorduğumu, Ayla Kutlu’yla Ayşe Kilimci’yi hatırlıyorum, Doğan Yarıcı’nın son kitabı hakkında konuştuk, Kıyıda‘nın tuhaflığından bahsederken önümdeki kitabı açtırdı, Yarıcı’nın ithafını gösterdi, öykülerden birinde de karşılaştım adıyla. Sonra oraya gitme sebebimi aldım, en kısa sürede geri getireceğimi söyleyip çıktım. Word’e geçirecektim yazıları, dün başlayabildim. Yazdım, sonra bir anda okuduğum kitabın eleştirisi çıktı karşıma. Tesadüfe şaştım, güldüm, spoiler yememek için yazmayı bırakıp okumaya devam ettim, kitap bitince yazmayı da bitirdim. Salı neleri sorsam diye düşünüyorum şimdi. Tosuner’in Ankara’sı? Ajans yılları? Almanya yılları?
Cevap yaz