“Şimdi Nereye Gideceğiz”, Abdullah’ın evine haciz gelmesinden sonra biraz büyüye bulanarak geçirdiği birkaç saate odaklanıyor. Öykünün sonunda polislere söylediği birkaç cümleyle açılıyor öykü, tabii bunu bilmediğimiz için sigarasını yakıp kendisini terk eden karısını düşündüğü zaman kendi kendiyle veya kendinden başka biriyle konuştuğunu düşünüyoruz, konuşabildiğini görüyoruz, böylece Beyaz Mantolu Adam’ın suskunluğundan ayırıyor kendini, Yıldırım Keskin’in sokakta bir başına yürüyen öykü kahramanından da ayırıyor, benzerlerinden farkı bu. Evinden çıkmadan önce bir örümcek, bir de böcek ziyaretine geliyor, ardından tenhalaşan sokağa çıkıyor. Yürüyor, yolun kenarındaki duvara yaslanıyor, deliği o sırada fark ediyor. Delikten bahçeye süzülüyor, dış dünyadan yalıtılmış, havuzlu, şezlonglu bir bahçeye giriyor. Üst sınıfa ait bir ev, evine haciz gelen biri olarak orada yeri yok, bu yüzden harç malzemelerinin hemen yanına konduğu delikten dışarı çıkıyor, eli boş değil, üstüne tel tutturulmuş, askılığı da olan bir değnekle birlikte çıkıyor dışarı. Bu değnek giderek büyüyor, koca bir ağaca dönüşüyor, polisler Abdullah’ı alıp götürdüğünde, evinin adresini sordukları zaman en başta söylediklerini söylüyor, polislerden birinin Abdullah’ın aynı şeyi tekrarlayıp durduğunu söylemesiyle bitiyor öykü. Yapı itibariyle John Cheever’ın “Yüzücü”sünü andırıyor. Havuz meselesini de anmalıyım, şimdi Abdullah belli ki okumuş bir adam, yıllar önce okuduğu psikanalitik tanımları anımsamaya çalışıyor bir yerde, bu tür genişletmeler temellendirilmedikçe çoğaltılmamalı gibi geliyor bana ki bu bir tanecik örnek sınırı aşmayan cinsten ama “Havuzda İki Yansı” adlı bir öyküden bahsediliyor duvarın ardındaki bahçe anlatılırken, bahçe bu öyküdeki bahçeye benziyormuş. Okura güvenin yanında anılan öyküden bir iki detayın da aktarılması gerektiğini düşünüyorum yine de. Okur anılan öyküyü okumuşsa bile yapılmalı bu ki koşutluk tam olarak kurulabilsin.
“Grev” üç günlük bir kesite odaklanıyor. Anlatıcının ablası on gündür arayıp duruyor, iş yerindeki grevden, grev kırıcılardan, arada da kocasından ve küçük kızından bahsediyor. İletişimlerinin kopuk olduğu iki yıldan sonra abla hemen her gün aramaya başlıyor, anlatıcı ve sevgilisi Oğuz’u uykularından ediyor. Oğuz su ürünleri mezunu, bir meyhanede garson olarak çalışıyor, hoş bir eleştiri. Neyse, bir gün abla telefonda ağlıyor, bizimkiler ablayı ziyaret etmek istiyorlar. Yeğenine defter alıyor anlatıcı, el boş gitmek olmaz. Bir buçuk saatlik yol, üç vasıta değiştiriyorlar. Dönüşte otobüsü kaçırmamaları lazım, taksiye bir dünya para vermek istemiyorlar. Güç bela geçinen insanlar bunlar, abla da bir gecekonduda oturuyor, bir başına. Dört yıl önce eşinden ayrılmış, çalıştığı fabrikadan biriyle birlikte olunca eşi boşamış bunu, çocuğu da alıp gitmiş. Yalnızlığı daha fazla kaldıramamış olacak, kardeşini ve kardeşinin sevgilisini görmek isteyecek kadar yalnız. Sonuçta otobüs kaçıyor, geri de dönmüyorlar, o evde kalıyorlar. Öykü, Oğuz’un bir şeye yese ayıp olup olmayacağını sorduğu zaman anlatıcının ayıp olmayacağı, ablasının evinde oldukları cevabıyla bitiyor, aslında tam bir son da değil, devam etse edermiş ama o noktada kesilivermiş gibi. Bir kesit bu aslında, son öyküde Karanfil eğer karakterlerinden birine söylettiklerini bir öz değerlendirme olarak düşündüyse bunun farkında. Öykünün değerini düşürür mü bu, bence düşürmez ama anlatının okuru yönlendirdiği, bir anlamda vadettiği yükselişin tam anlamıyla gerçekleşmemesi yüzünden okuru hayal kırıklığına uğratabilir. Bir de şu cümle: “Çünkü ablamla ben hiçbir zaman iyi iletişim olan kardeşler değildik.” (s. 17) Nasıl diyeyim, “kardeş değillik” yerine daha makul bir yapı kullanılabilirmiş gibi.
“Çağanozlar İndiğinde” nam öyküde anlatıcı Homeros’tan alıntı yaparak İlyas’ı biçimliyor, dediğine göre Homeros okumasaydı bu öyküyü anlatmaya ikna olmayacaktı. Alıntı bahsi anlatıcının donanımlı olduğuna, anlatısını bu donanım üzerine kurduğuna işaret ediyor bir yandan,bunun dışında öyküyle başka bir bağı yok. Neyse, İlyas’ı boğmuşlar, anlatıcı o sıralar on üç yaşındaymış, İlyas da altı yaşında. İlyas koca kafalı, dal gibi bir gövdeye sahip, hilkat garibesinden hallice bir çocuk. Anlatıcının kırsal bölgede büyüme hikâyesinin yanında İlyas’ın hikâyesi de genişliyor, anlatıcı nohutları domuzlardan korumak amacıyla nöbet tutarken üç adamın İlyas’ı gömmek üzere ıssız bir yere geldiklerini fark ediyor. İlyas’a sempati duyduğundan adamları tüfeğiyle indiriveriyor, son. İlyas’ı zaten sevmiyorlardı, evde bir odaya kapatıp iple bağlıyorlardı falan, İlyas’ın annesi de öldükten sonra baba cinnet getiriyor ve vurulacağı zamana kadar çocuğunu öldürmüş oluyor. Ortalığın çağanoza bulanması meselesi var, “bu çirkin hayvanlar” ölülerin üzerinde geziniyor, adamları vurmadan önce anlatıcının da etrafını kuşatmışlardı ama ne zaman İlyas’ın katillerini öldürüp gömdü, ondan sonra gün doğdu ve çağanoz yağmuru yerini sise bıraktı. Doğanın çeşitlenmesi ve basit bir iyi-kötü ayracı olarak görmek lazım çağanozları. Son bir şey, normalde cümlelere çok takılmam ama bu öyküde yine bir şey var: “Ya çiftleşirken bir oduncunun baltasının ağaçta çıkardığı ses gibi yankılanan kaplumbağaların çıkardığı takırtı?” (s. 31) Takırtının kendisi mi oduncunun baltasının ağaçta çıkardığı ses gibi yankılanıyor yoksa kaplumbağalar mı? Yine daha makul bir şekilde kurulabilirmiş gibi duruyor bu cümle.
“Belki De Her Zaman” evden durmadan kaçan eşcinsel bir çocukla ilgili. Anne ortalığı velveleye veriyor, babaysa annenin tepkilerinden ötürü patlıyor ama oğlunun yanında olduğunu anlıyoruz sonda. Çocuğun İstanbul’a kaçtığı bir zaman yaşadığı ev, çalıştığı iş üzerinden büyük şehirde yaşamaya çalışmanın zorluğundan bahsediliyor, bu da hoş. Kısacık bir öykü.
“Diğeri” bence kitaptaki en iyi öykü, anlatım tekniği olsun, dokunduğu meseleler olsun dört dörtlük.
Kısa bir değerlendirmeyle bitireyim, Karanfil’in öyküleri basit, olumsuz bir basitlik değil bu. Farklı anlatımlar denenmiyor, imgelerle kurulan anlamlar az, öyküler genellikle kısa bir zaman aralığının veya aralıklarının detaylı anlatımından ibaret. Bunun yanında bazı öykülerde bu basitliğin dramatik etkiyi ortadan kaldırdığına şahit oluyoruz, bu bir olumsuzluk sayılabilir. Mültecilerle alakalı bir öykü var, bir çetenin işlediği suçlar -çocukların kaynatılıp yenmesi söz konusu- diğer öykülerdeki tonla, vurgularla anlatılınca öykünün taşıdığı, taşıması gereken duyguyla eşlenemiyoruz. Öngörülebilirlik de var, bir öyküde hayalet olduğunu bilmememiz gereken hayaletin hayalet olduğunu çözülüşten çok daha önce anlayınca -kodlar çok belirgin, biri sizi görmezden gelir ve başınıza ilginç işler gelirse bilin ki hayaletsiniz- öykünün havası dağılıyor diyeyim.
Okumaya değer öyküler, denk gelirseniz bir göz atın.
Cevap yaz