Pierre Boileau 1938’de Macera Romanı Ödülü’nü kazanmış, muhtemelen Thomas Narcejac aynı ödülü 1948’de kazandığında tanışmışlar ve gerilimli polisiyelere imza atmışlar. Bu metin 1954’te sinemaya uyarlanmış, biraz izledim, olay örgüsü büyük oranda değişmiş gibi gözüküyor, haliyle filmi izlemeden önce romanı okumak lazım ki hayvan gibi spoiler yemeyelim. Alakarga ön kapakta yer verdiği filmden bir kareyle anlatının en büyük twist’ini açık etmiş gerçi, kapağa bakmayın diyeceğim ama koydum şuraya, bakın gitsin. Tahmin edilmeyecek bir şey değil gerçi, kimin eli kimin cebinde polisiyelerini biraz kurcalayanlar esas adamımız Fernand’ın yaşadığı bunalımları, hayalet gördüğüne dair çarpık fikirlerini görür görmez ne işler döndüğünü anlamaya başlarlar. Olay basit bir cinayet gibi başlıyor, Fernand ve Lucienne evde pusu kurmuşlar, Mireille’in eve gelmesini bekliyorlar. Fernand çok parlak bir öğrenciymiş zamanında, hukuk okumuş, sonra potansiyelini kullanamayıp satış temsilcisi olarak çalışmaya başlamış. Ucuz oteller, ucuz restoranlar, haftanın dört günü boyunca bitmeyen yollar, nihayeti Breaking Bad vakası. Mireille küçük, silik bir kadın, her zaman gülüyor, mutlu, yatakta Fernand’ı ikna etmeyen bir coşkuyla sevişiyor, eşine göre sıradan bir kadın. İşe yaramaz, Fernand hemen Lucienne’e yanaşıp plan yapıyor ve hayat sigortası yaptırıyor, maksadı eşinin de sigorta yaptırmasını sağlayıp iki yıllık bekleme süresinden sonra tazminatı Lucienne’le yemek. Zamanı gelince birlikte beklemeye başlıyorlar işte, ayak sesleri sokakta yankılanmaya başlayınca Lucienne saklanıyor, Fernand sevgi dolu eşine ilaçlı suyu veriyor ve kadını bayıltıyor. Mireille bayılmadan önce Fernand’ın yediği naneyi anlıyor, gözleri büyüyor ama çok geç, kendinden geçiyor. Küvette kadını boğuyorlar bir güzel, sonra muşambaya sarıp arabaya atıyorlar. Lucienne’in doktorluğu böyle durumlarda işe yarıyor, sinirleri gergin Fernand’ı sakinleştirmek ve Mireille’i kendinden geçirmek çocuk oyuncağı. O yolculuk çok fena, Fernand nehre atacakları eşinin bagajda olduğunu aklından çıkaramıyor bir türlü, yolda başına gelebilecek felaketleri düşünerek kafayı yiyor. Bir kamyon şoförünün dalaşmasını atlatmayı biliyor, araba arıza yapınca yardım için yanaşan adamı da defediyor ama jandarmalar durdurduğu zaman heyecandan infilak edecek gibi oluyor. Neyse ki başka bir aracı arıyor adamlar, hemen bırakıyorlar bizimkileri. Beden suya bırakılır bırakılmaz batıyor hemen, böylece Antibes’e yerleşmek isteyen Lucienne’in ihtiyaç duyduğu parayı almaktan başka bir şey kalmıyor geriye. Sağlam bir karaktere sahip Lucienne, her koşulda ne yapılacağını biliyor, bağımlı kişiliğe sahip Fernand her an kendisine emir verebilecek tıynette olan bu kadına sağlıksız bir şekilde bağlanmış oluyor böylece. Lucienne’in sevişmek istememesini anlamıyor bir, anlasa belki olayların arka yüzünü düşünebilirdi, olmadı. Sadece olgulara bağlı, gördüğünün ötesini sezemiyor, hayaletlere inanacak noktaya geliyor. Bunda Lucienne’in yaşamındaki karanlık noktalar da etkili, Fernand sevgilisinin İspanya’ya gittiğini ve ailesi hakkında pek konuşmadığını hiçbir şeye yoramıyor, hatta cesetten kurtulmaya giderlerken Lucienne’i bir anlığına bırakıp gitmeyi düşünüyor ama o itki geçiyor hemen, zincirler sağlam. Neyse, hızlıca gidip dönmeleri lazım ki Fernand’ın şehirde olduğuna dair şahitlik yapabilecek insanlar Fernand’ı görsünler. Tanıdıklar, barmenler, Fernand kimle iletişim kuracaksa artık. Ceset bulununca polis ve sigorta şirketi araştırma yapacak, önlem alınmalı. Lucienne çalıştığı hastaneye gidince Fernand hemen işe koyuluyor ve sisin içinde barlara, kafelere gidiyor. Bu sisin Londra’yı da gündüz vakti geceye boğmuş, şu binlerce insanın ölümüne yol açan meşhur sis olmalı. Dümenden bir mektup yazıyor eşine Fernand, bütün ayarlamaları yapıyor ve nehrin yakınlarındaki meskeninde beklemeye başlıyor. Tesisatçı Goutre’yi çağırıp evindeki bir sorunu gidermeye çalıştığı sırada nehre bakıyor, Goutre’nin cesedi görebileceğinden korkuyor ve o an dünyası allak bullak olmaya başlıyor. Gerisi psikolojik gerilim.
Adım adım gidelim, Fernand tesisatçıyı yolladıktan sonra akıntının cesedi sürükleyebileceği noktaya gidiyor, kıyıda yaşayan yoksul bir ailenin zekâsı kıt çocuğuna garip herhangi bir şey görüp görmediğini soruyor, kız görmediğini söylüyor ve Fernand küçük bir kızı sorguya çektiği görülürse insanların ne düşüneceğinden korkarak uzuyor hemen, pimpirikliliğinin başına dert açacağı besbelli. Cesedin hâlâ bulunmadığını Lucienne’e söyleyince kadının kendisini pek de umursamadığını fark ediyor, hatta aşağılayıcı bir tarzla konuşan Lucienne’e azıcık kinleniyor ama dert etmiyor, parayı aldığı zaman hiçbir şeyi dert etmeyecek. Goutre için kilerden şarap almaya gittiği zaman Mireille’le karşılaşacağını düşünmüştü, suçluluk duygusu yüzünden sanrılar görmeye müsait. Bakınız, bunlar hep hedef şaşırtmaca, allem edip aslında kullem etmece, sağ gösterip sağ vurmaca. Polisiyeler öyle de olur, anlatının başında uşak birini öldürür, uşak birini öldürdüğünü kabul eder ama aslında olay sırasında orada olmadığını söyleyen şahitler vardır, herkes uşağın o kişiyi öldürmediğini söyler, uşağın o kişiyi öldürmek için hiçbir sebebi yoktur ama yüzlerce sayfadan sonra anlaşılır ki o kişiyi uşak öldürmüştür. Ne bileyim, polisiyeleri sevmememin sebebi bu galiba. Biri birini öldürmüş. Terse yatırmacalar, o aslında öyle değilmişler, bir dünya akıl oyunu. Ölmüş abi işte, tamam. Yani birinin başına gelen işin ne olduğunu anlamak için bir dünya tatava. Bilmiyorum, lüzumsuz yere polisiyeye bilendim. Saçma sapan. Evet. Yani bu Fernand yalnız kalır, Mireille’e dair gördüğü pek çok şey aklını almaya başlar. Mesela müteveffa eşinin kardeşi Germain’e gittiğinde adam kız kardeşinin kısa süre önce uğradığını söyler, tabii mümkün değildir böyle bir şey, Fernand şaşırır ve hayaletin kendisine de musallat olacağını düşünür. Nedir, hayaletten emin olmak için morga gidip araştırır, iki gece önce bulunmuş bir cesedi gösterirler, Mireille değildir. Rahatlamaz Fernand, eve dönmek için metroya yürür ve kendisini takip eden ayak seslerini duyup iyice işkillenir, o yoğun sisin içinde hiçbir şey göremediği için çok korkup kendini metroya atar hemen. Ayak seslerinin sebebi emekli bir komiser, morgda Fernand’ın konuşmalarını işitince adamı takip etmiştir, yardım teklif eder. Fernand komiseri evine davet ederek eşinin eşyalarını gösterir, o sırada sokakta Mireille’i görür ve feryat figan komiseri çağırır. Görecek bir şey yoktur, komiser Fernand’ın verdiği parayı alıp uzar. Son aşamaya geçeriz artık, Fernand posta kutusuna bırakılmış bir mektup bulur, Mireille kısa süre sonra eve döneceğini, ortadan kaybolduğu için üzgün olduğunu yazmıştır. Bir gün Fernand eve döner, ışıklar açık. Mutfaktan yemek kokuları geliyor, Fernand’ın en sevdiği yemeğin kokusu. Hiçbir şey yaşanmamış, cinayet işlenmemiş, her şey birkaç gün önce olduğu gibi. Akıl çatışıyor bir yandan, Lucienne son konuşmalarında hayalet diye bir şey olmadığını, cesedi bulması gerektiğini söylemiş adama, diğer yandan Mireille ortada olmasa da sofrayı hazırlamış, ayak sesleri duyuluyor odalarda. Fernand’ın akıl teli çot diye kopuyor o sıra, odasının kapısı açılırken namlusunu ağzına soktuğu silahın tetiğini çekiyor. Dıkşın!
Son bölümde bütün katakulli açıklanıyor tabii, bir şey söylemek yerine dikkatinizi kapağa çekmek isterim. İki kadın bir yere bakıyorlar, nereye bakıyor bu kadınlar? Bilmiyorum, önemli olan birlikte bakmaları. Yani.
Hoş bir anlatı. Ava giderken avlanan bir adam var, ihanet var, cızt bızt eden bir gerçeklik var, hoş. Sonunda Fernand ölüyor, polisiye yine şaşırtmadı. Dümdüz, yüzeysel yorumlar yapan sığır adam olmak çok eğlenceli. “La ogulim, polüsiye tırt lahaa!”
Cevap yaz