Akbal’ın kurguyla yaşamın birliğine dair söylediklerine başka hiçbir yerde rastlamadım, andıran bir şeycik olsun yok. Kısa ve açık: “Bir masal dinlemişim de, ben de o masalın içinde yaşamışım da, bir kez de size anlatıyor gibiyim o geçmiş zaman masalını… Evet, anı değil bunlar, yaşamın gerçek masalları! Yaşamın ta kendisi bile, masal olur günü gelince…” (s. 30) Yaşam bir kez metnin içine girdiyse yaşamlığından eser kalmaz artık, kurmacadır, yazılan her şey, yazılmayan, kanımca yaşanan her şeydir kurmaca, Akbal’a göre kurmacayı kıvamına getiren zamandır, uzunca bir aralıktır, bir ânın geçmesi bile kurmacaya çevirir oysa ne olduysa. Arada karşımıza çıkacak bunlar, Akbal’ın yaşamına bakalım. Bir anısını aktarıyor: Salâh Birsel’le Babıâli’den aşağı iniyorlar, karşılarında Yahya Kemal. Önceden tanışmışlar, Yahya Kemal uzatılan eli tutuyor, sıkıyor, iki elinin arasına alıyor. “Nazmınız günden güne ilerliyor, çok seviniyorum.” Yine aynı kişiler, başka bir karşılaşma, bu kez hiçbir şey hatırlamıyor Akbal. İlginç bir şey, Salâh Birsel aynı olayı bambaşka anlatıyor: Karşılaşma, Akbal adını söylüyor, Yahya Kemal’den aynı övgü. Birsel’e göre o sıralarda nazmını ilerleten Oktay Rifat’la konuştuğunu sanmış Yahya Kemal, o yüzden öyle demiş. Yaşantıya iyiden iyiye yaslanan anlatıların kesinliğinden emin olamadığını söylüyor Akbal, sonuçta her hatırlama yeni bir kurgu, dönüşüm olarak belirir, öyleyse Birsel’in öyleyi şöyle hatırlaması mümkündür, en doğrusunu Akbal bilir çünkü kendisine yaslanır insan. Sonuçta Birsel’in söylediği mantıksız değildir, Nâzım Hikmet için yapılan eylemlere katılan Oktay Rifat’ı Oktay Akbal sanan Tahsin Demiray bir güzel azarlamış Akbal’ı, Hazım Bey’in torununa öyle işlere girmenin yakışmadığını söylemiş. Tamam, yine de Akbal’a güveneceğiz ama çok da güvenmeyeceğiz, ikinci karşılaşmada ne olduğunu hatırlamadığına göre Birsel’in bahsettiği mevzu bu ikincisinde, kronolojiye göre bir ihtimal ilkinde yaşanmış olabilir mi? Yahya Kemal bilirdi belki. Akbal’dan bir itiraf belki: “Böyledir bellek, işine geleni üst kata, gelmeyeni alt kata koyar! Anımsamak istemediklerimizi yaşamadık sayarız!” (s. 11) Unutmanın istemsiz pratiği, bilinçli depersonalizasyon, hatırlamak istemediklerimizi kurguya çeviririz, başkasının yaşamına yıkarız, zihindeki fotoğraflar giderek solar ve kaybolur. Değinmiştim bir yerde, tekrar değineceğim, kısa bu kez: Unuttuğum bir şey hatırlatıldı, “Ben bunları tamamen unutmuşum,” dedim, gözlerim doldu. Acı duydum, sonra o an geçti ve birkaç gün sonra hatırlatılan şeyi hatırlamadığımı fark ettim. Çok tuhaf, sanki bilişsel şemalar yavaş yavaş kayboluyor ve geride karmakarışık bir iki duygu kalıyor günlerden. Yaşamı sayılı duyguya sıkıştırmak, belki son edimimiz.
“Yazar Olmak”ta yazarlığa başladığı günleri anlatıyor Akbal, daha ilkokuldayken öğretmenlerinin takdir ettiği metinler yazdığını sevinçle hatırlıyor. Ortaokul ve lise yıllarında adını dergilerde gördükçe mutlu oluyor, para da kazanıyor bir yandan. Sonraları bu ilk metinlerini hiç beğenmeyecek, günde otuz öykünün yayımlandığı gazetelerin pek de seçici olmadıklarını düşünerek edebiyat sezgisiyle uyumlu öykülerini yazmaya başlayacak. 40’lı yıllarda çıkan dergilerde değişik adlarla birçok öykü yayımladığını söylüyor, acaba araştırıldı mı onca öykü, bulundu mu? Şiire de yaslanmış bir ara, sonraları düzyazıya çıkmış yolu, o şiirlere ne oldu? “Birkaçı daha çıksaydı, övenler de olacaktı, kendimi gerçek bir şair sayacaktım, kırk yıldır şair diye geçinecektim, antolojilere girecektim, büyük sözler edecektim. Nice, şair olmadıkları halde şair olarak tanınanlar gibi!” (s. 17) Kendi seyrinde hiç oyalanmamış Akbal, kimseye yanaşmamış, bildiğini okumuş bir, bu yüzden öykülerini, romanlarını getirip fikir isteyenleri anlamadığını söylüyor. Kendileri beğenmiyorlarsa gösteriyorlar, olumlayıcı bir yorum istiyorlar, oysa hepsinden önce çalışmak gerekiyor, okumak, yazmak, mümkünse yazmaktan çok okumak. Bin metin okuduktan sonra bir metin yazmaktan bahsediyordu biri, Vonnegut bir resmi değerlendirebilmek için bir milyon resme bakmak gerektiğini söyletiyor karakterlerinden birine, tutarlı bir kıyas.
“Bir Kitap Çıkarmak”ta Akbal’ın edebi tayfasıyla ilk kez karşılaşıyoruz, gençler İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra toplanıp edebiyat hakkında konuşuyorlar. Ankara’da Garip tayfası var, neden yeni bir soluk alınmasın İstanbul’da? Salâh Birsel, Behçet Necatigil, Fahri Onger, Orhon Arıburnu toplanıyorlar, gruplarının adını bile düşünüyorlar ama kitap çıkaramıyorlar, Yenilikler dergisini çıkarıyorlar onun yerine. Necatigil daktiloya çekip çıkardığı birkaç kopyayı kendi dağıtıyor ama yürümüyor bu iş. Önce Ekmekler Bozuldu çıkıyor 1946’da, Nâzım Hikmet’in Memet Fuat’a yazdığı mektuplarda rastladığı kitabını sevinçle anıyor Akbal, bir de Ataç’tan birkaç satır gelince havalara uçuyor. O dönemlerde Ataç’ın bahsettiği yazarlar fezaya çıkıyorlar adeta, büyük sevinç. Ataç’la ilgili anıları için ayrı bir bölüm ayırmış Akbal, saygı duyduğu denemecinin kendisini Ankara’da işe sokmasını minnetle anlatıyor. Dergiciliğe döneyim, Özdemir Asaf’ın bol gelen paltosu ve şemsiyesiyle karşılaşıyoruz. Asaf ceplerine her nevi yiyeceği sıkıştırır, acıkır acıkmaz çıkarıp yermiş ne varsa. Köfte ekmek, kek, cebe sığanların haddi hesabı yok. Balıkçı’nın yelek ceplerini hatırladım bir an, onlarda kalemler, defterler, tohumlar, çiçekler, ters çevrilse yelekten karmakarışık bir doğa dökülecek yerlere. Fahir Onger, Özdemir Asaf ve Oktay Akbal dağıtıyorlar dergiyi, Cağaloğlu’ndan tabanvay, tütüncülere uğraya uğraya Sirkeci, Karaköy, Yüksekkaldırım’dan Beyoğlu ve Taksim, yolda bir iki bira, azıcık leblebi. Yedinci sayıdan itibaren bazı şartlar belirlenmiş, her ay İlhan Berk, Salâh Birsel, Cahit Irgat, Samim Kocagöz, Behçet Necatigil ve Fahri Onger’den onar lira toplanacak, fazla veren bir sonraki ay ödeme yapmayacak. Akbal para vermiyor, en küçükleri ve en işsizi o, dağıtım işini üstlenmesi yeter. “O yılların yazın dergileri olsa olsa beş-altı yüz tane satılırdı. Bunun parası tam olarak ele geçse masrafı çıkardı, ama gelemezdi ki! Hep cepten eklemek gerekirdi.” (s. 34) Yıllar sonra bir içki masasına dair anısı da hoş Akbal’ın, Anday var masada, Aksal var, Batur, Bilginer, sohbet dönüp dolaşıp dergi çıkarmaya geliyor. Hepsi bir yerlere gelmiş, ünlü sanatçılar ama gençlik ateşi sönmemiş, hemencecik oluşturuyorlar kadroyu, isteseler dergiyi ertesi gün hazır ederler. Unutuyorlar tabii, hiçbir şey olmuyor ama bir geceliğine yıllar öncesinin heyecanını diriltiyorlar kendileriyle birlikte.
Sait Faik’e dair pek az şey var bu kez, yine de çok tabii. Sait Faik’in sevdiği kızın evinin oralarda dolanırlarmış, camdan görürlerse şenlik. Uçarı, öngörülemez, sinirli, sakin, bir garip adım Sait Faik, Samim Kocagöz’ün anlattığına göre cam çerçeve kırmayı sever, karakollarda tanıdıkları çok olduğu için başı belaya girmez, daima yırtar. Sevdiği kadını çay içmeye götüren yazara diklenir ve dost dememeli, yakın arkadaşı Akbal’ın kendisiyle ilgili yorumlarına çatar. “Kumpanya” öyküsünü yarıda kalmış bir roman olarak gördüğünü söyler Akbal, aslında yorumu olumludur ama başka sebepler de birikince zehir zemberek bir yazı yazan Sait Faik’in bu yoruma içerlediğini görürüz. En başta münekkidin pek bir halta yaramadığını söyler Sait Faik, sanatçı için münekkit görmezden gelinmesi gereken kötü bir manzaradır. İki tipi vardır münekkidin, ilki lafı evirip çevirir, değerlendirdiği metnin olumsuz yanlarını açık açık söylemez, diğeri de olması gereken uzunluktaki bir metni yarıda kalmış gibi gösterir, Sait Faik’in sinirlerini bozar. Akbal’a göre haklıdır Sait Faik, arkadaşlıklarına zarar gelmez, tabii ne kadar arkadaş olabildilerse.
Bir dünya yaşam var Akbal’ın yaşamında, okunası anılar.
Cevap yaz