Pek başarılı bir roman değil, siyasi veya kişisel sebeplerle basıldığını düşünüyorum. İlk olarak Adam Yayınları’ndan çıkmış, o zamandan bahsediyorum, İthaki’yle ilgisi yok. Neyse, hastane manzaraları da kurtarmıyor, oysa ne derin bir dünya kurulmuş orada. Galiba şu, esas adamımız Necati Ertürk’ün hayhuya kapıldığı bölümlerin akışı son derece doğal, ne zaman ki adamımız birtakım düşüncelerle kendinin ve okurun yaşamını zindana çeviriyor, orada romandan çıkıp öğretici bir metnin sınırlarından içeri giriyoruz. Devrim nedir, nasıl yapılır, oportünizme dümen kırmış eski devrimciler kendilerini nasıl temize çıkarırlar, İstanbul’dan taşraya giden genç bir doktor devrimciliğini neden askıya alır, bütün bunların cevabı bir ders gibi çıkıyor karşımıza, öğrenip oturuyoruz aşağı. Herkes konuşmaya teşne bu arada, Ertürk’ün izin alıp İstanbul’a geldiği zaman konuştuğu eski devrimci arkadaşı poligamik yaşamını hemen rasyonalize eder, ticarete atılıp parayı kırmasını ulaşılamayacak bir hayal için ömrü heba etmenin yersizliğine bağlar, bir karakter gibi değil de öğretmen gibi oturur masada, tiptir hatta, kan emici iş adamı tipi. Ertürk her görüşmeden sonra yaşamının anlamını biraz daha kaybettiğini düşünür, eylemlerden ötürü hapse giren ve eğitim hayatı biten başka bir arkadaşını yıllar sonra ziyaret ettiğinde götü boklu küçük bir çocuk, yerinde durmayan başka bir çocuk ve durmadan konuşan bir anne karşılar onu, arkadaşının gelmesini beklerken gördüklerinden bunalır, bir iki laftan sonra kaçarcasına gider oradan. Bol bol düşünür, bazı şeylerin neden öyle olduğunu, nerede hata yaptıklarını sorgular ve soru işaretlerini arka arkaya dizer. Bence bu soru işareti iç monologda kaldırılmalıdır çünkü bilincin diyalog dışında soru sorup cevap aramaya meyilli olduğunu hiç sanmam, daha doğrusu süreç o kadar hızlıdır ki soru işareti oluşamadan ilgili başka düşüncelere geçilir hemen. Soru işaretinin altında bir nokta vardır, malum, düşünme sürecinde bir düşünceyi o kadar uzun süre merkezde tutar mı zihin? Sanmam, en azından benim kafa öyle çalışmıyor, bu şikayetim pek öznel ama psikolojik tahlillerden gına geldi açıkçası, Ertürk olaylarla gösterdiklerinin on katını açıklamaya çalışıyor, uzatıyor, sonu gelmiyor sıkıntısının. Yine de ilginç sayılabilecek bir hikâyesi var anlatının, bahse değer. İlk bölümde çıkan yemeği beğenmediği için hastaneden çıkıp dolanan bir doktorun peşindeyiz, biraz yürüdükten sonra kaza mahalline varıyor ve Ertürk’ün kaza geçirenlere yardımcı olduğunu görüyor. Üç sayfalık bir bölüm ama dünyaları anlatıyor, öncelikle Ertürk’ün gözetim altında olduğunu anlıyoruz, doktoru bizim anlatıcı olan doktor, hikâyesinden de bir roman çıkmış anlatıcıya göre. Aslında anlatının geri kalanı bu ilk bölümdeki gibi her şeyi açık etmeden sürseymiş daha iyi olurmuş, yazarın takdiri. Son bölümde yine doktorla Ertürk’ün ilişkisine döneceğiz ama önce Ertürk’ün kafayı nasıl kırdığının hikâyesi var.
Ertürk yirmi beş yaşında, zorunlu hizmetini yapmak için Doğu’da bir yere gidiyor, tersliğin Bostancı’dan bindiği trenle başladığını söyleyebiliriz. Vagonlar ayak kokuyor, çocuklar koridorda koşturuyor, her yer silme dolu, tam bir keşmekeş. Adamımız görev yapacağı hastaneye ulaşınca personelle birer birer tanışmaya başlıyor, tanıştıkları Ertürk’ün sıkıntılarını artırmak için vasıta olmaktan öteye gitmedikleri için isimlerini yazmaya gerek yok sanıyorum. Bir ikisinden bahsedeyim, doktorlardan biri kadınlara düşkün, sömürgen biri. Başka bir doktor para kazanmak için hastaların üzerinden alavere çeviriyor, bir başkası nöbet görevlerini gençlere kakalayarak ortadan kayboluyor. Başhekim de kendi halinde bir adam, doktorların aleyhine bir yönetmelik çıktığı zaman konuşmaya gelen Ertürk’e sayısız zorlukla uğraştığını, araya girmese uzmanların pratisyenlere çok iş yükleyeceğini söylüyor, kısacası çomak sokmamalı öyle her şeye. Denetleme mekanizması yok, şikayetler dikkate alınmıyor, aslında özerk ve kendi sistemini geliştirmiş bir devlet kurumu orası, tıpkı benzerleri gibi. Bürokrasinin çıkmazlarını gördüğümüz bu bölüm yine iyi, bir çatışma var, başhekimin açıklaması gerçekten etkileyici ve belli bir durumun üzerine yapıldığı için yerinde. İstisna. Tansiyon yavaş yavaş yükseliyor böyle olayların sonucunda, Ertürk kafa şişiren doktorlardan uzak durmaya çalışırken sayısız hastaya bakıyor tabii, bazılarıyla tartışıyor, bazılarına özen gösteriyor ama zaman geçtikçe görev bilincinin yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu görüyoruz. Bir an önce evine gitmek, kapanmak istiyor, hatta hastanede çalışan Tülay’ın davetiyle kadının evine gittiği zaman saatlerce muhabbet etmelerine rağmen bütün ısrarları duymazdan gelip evine dönüyor o gece, pek kimseyle yakınlaşmak istemiyor. Tıpta okurken ayrıldığı sevgilisi hariç, o kadın “kıro” olduğunu söylediği Ertürk’ten ayrıldıktan sonra sanat sepetle ilgilenen bir herifle birlikte oluyor ama işler ters gider gitmez zorunlu hizmetini yapan arkadaşlarını görmek üzere yollara düşüyor, ilk durak Ertürk’ün kasabası. Adam son tartışmalarının acısını hatırlıyor hâlâ, kadının neden geldiğini bilmiyor ama geri çevirmiyor da, sevişiyorlar ve bitiyor, o kadar. Korkunç bir akışkanlık var yaşamında, hayatındaki önemli insanları bazen tek bir kez görüyoruz ve bir daha karşımıza çıkmıyorlar. Annesi örneğin, Ertürk’ün aile yaşamından da bahsetmeli. Anne ve baba köyden Bostancı’ya gelmişler, baba ölmüş, abi Almanya’ya gitmiş, kardeş evlenmiş, anneye Ertürk bakmak zorunda. Bu zorundalığa dair detaylar verilmemiş örneğin, maddi sıkıntılar da söz konusu edilseydi anlatı derinleşebilirdi. Eski kız arkadaştan bahsettim, bir de devrimciler var tabii. Kasabada yaşayan bir sendikalı işçi doktorlardan biri tarafından büyük saygı görüyor, ikisi iyi anlaşıyorlar, Ertürk de adamın devlet zulmüyle dolu geçmişini öğrenince saygı duymaya başlıyor ama bir gün adamın camiden çıktığını görünce soğuyor, bir daha görüşmemeye karar veriyor. Ertürk adama ve eşine yaptığı güzelliğe karşılık davete icabet ediyor ve adamın evine gidip muhabbet ediyor bir ara, samimiyet dostluğa doğru kayacakken bu olayın sonucunda tamamen kopuyor. Ölüme kadar, bir gün adamın fabrikada öldüğü haberi geliyor, kalaslar devrilmiş üzerine. Ertürk adamın evine gidiyor, insanlardan bir kez daha tiksinip çıkmaya karar veriyor ama rahmetlinin eşini görünce duraksıyor bir. Hikâyeleri ilginç, Ertürk kadını hastanede görüp vuruluyor hemen, hatta bir kezinde kadınla otobüste karşılaşıyor ve bir süre takip ediyor, sonra bir bakıyor ki sendikacının eşi. Yakınlaşacaklar, çok belli, zaten en sonda ipucu veriliyor mevzuya dair. Gereksiz bir çıkış gerçi, Ertürk’ün başka kadınlara tutulduğu da oluyorsa da herhangi bir reddedilme, yaşamı etkileyen bir olay yok, gereğinden fazla uzun.
Kırılma noktası ve son. Ertürk hastanede, hastalar etrafını çevirmiş, kimi tehdit ediyor, kiminin durumu ağır ve tıbbi yardım bekliyor. Ertürk bir oraya bir buraya gidiyor, işini yapmaya çalışıyor ama yardımcısı ortalarda yok, bir başına kalıyor. Bağırış çağırış, en sonunda yardımcı sağlıkçı geliyor ve tartışmaya başlıyorlar. Önce bir iki hakaret, sonra itişme, en sonunda havada parlayan bir neşter. Ertürk’ün kesici aletlere karşı geliştirdiği korkuya daha önce değinilmişti, o neşterin mantık şalterini çat diye kapaması ve Ertürk’ün kafada serum şişesi kırması, ardından sakinleştirilinceye kadar adamın haşatını çıkarması şahane anlatılmış. Başa dönüyoruz buradan, Ertürk sinir hastalıkları hastanesinde, çıkış zamanı gelince doktoruna bir not bırakarak hayatını yeniden şekillendirmek üzere ayrılıyor tesisten, nokta.
Ertürk’ün geçmişinin inşası çok başarılı, insanlarla kurduğu soğuk ilişkiler de öyle. Yetmiyor ama, elde iyi bir karakter ve kötü bir anlatım biçimi var. Denk gelinirse okunur diyeyim.
Cevap yaz