Halil Genç – Aşk Yakışır İnsana

Bir iki iyi öykünün peşini bırakmamak, diğer öykülerde iyiyi aramak için sonuna kadar okuyarak kötü öykülere de yüz çevirmediğim kitaplardan biri. Halil Genç 1956 doğumlu, ODTÜ Fizik mezunu, okul yıllarında halk dili, resim, tiyatro ve edebiyatla ilgilenmiş. Yetmişli yıllarda Mamak Cezaevi’nde yatarken Türkçe kitap yasağından ötürü İngilizce metin okudukları bir edebiyat ve tiyatro grubu kurmuş, hoş. Öyküleri Adam Öykü, Notos, İmge Öykü gibi dergilerde çıkmış, yıllar içinde pek çok kitabı yayımlanmış, şimdilerde Sarıyer Edebiyat Günleri’nin düzenleyicilerinden biri, 2015 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nün sahibi. Yapıp ettikleri böyle, öykülere gelirsek veciz sözlerle karşılaşıyoruz, çok sayıda veciz sözle. İlk öykü “Kuşlar”, nenemiz uğunarak hayvanın insanı insandan daha iyi sezdiğini anlatıyor, ardından bir vapur yolculuğunda esas anlatıcının denk geldiği bir fotoğraf karesiyle karşılaşıyoruz. Kuşlar ölmüş veya yaralanmış, fotoğrafını çekmişler, fırlasa acı dolu sesleri de fırlayacak ama görüntünün tadı da var, buruk. Kısacık, güzel bir başlangıç. “Muhterem” de iyi, sonbahardan kışa geçişin bir güne sığışmasıyla açılış, anlatıcının bulduğu kemiklerin ufalanması. Babasının ev yapmak üzere çevrelediği arsadan kemikler çıkıyor, anlatıcı çocuk haberi duyurduktan sonra yorgun argın fabrikadan çıkanlar, ameleler, çevredeki inşaatlarda çalışanlar, herkes iş çıkışı kazı yapmaya gidiyor, gömü çıkar belki. Yaşlılar toplanınca hikâyeler anlatılıyor, Rus işgali yıllarında oralara gelen bir ihtiyarın anlattığına göre kemikleri bulunan kişi asilzade eskisiymiş, Devrim kaçkını. Saklanmaya çalışmış ama Osmanlı zabitlerinden kurtulamamış, hazinesinin üzerinde yatıyormuş işte. Zabitler hazineden haberdar değilmiş belli ki, muhterem şahıs gizlemiş de ölmüş üzerinde. Güzel bir oyun var burada, hikâyeyi anlatan ihtiyar ip görür görmez kafayı kırdığı için adı İpsiz, muhteremin adıysa Muhterem artık. Muhterem’in dişlerinden ikisi altın kaplama olduğu için İpsiz’in hikâyesi doğru gibi gözüküyor ama kesinlemek zor. Babaya göre garip bir yolcu o Muhterem, başkasına göre başka bir şey, giderek söylenceye dönüşen bir gerçekliğin yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu, yaşlanan insanlarla birlikte yaşlanan annenin Muhterem’i hatırlamadığını görüyoruz sonda, anlatıcı artık yetişkin bir adam, her şeyi uydurup uydurmadığını merak ederek bırakıyor anlatmayı. Kitaptaki en iyi öykülerden biri bu.

“Aşk Şarkılarının Kibirsiz Bestecisi” köye dönüş öyküsü, tipik, benzerlerinden ayrışmıyor, okuması keyif veriyor. Anlatıcının babasının musahibinin oğlu, gardaşlığı Raşit mı çağırmış, bir şey olmuş da köye dönmüş anlatıcı, öncesinde Raşit’in ailesinin nasıl dağıldığını ve ne felaketlerle sınandığını anlatıyor. Raşit köyde kaldığı için mi başına bir iş gelmemiş? Kent alışkanlığından köy sessizliğine bir alışma seyri, kekliğin ötüşü varış. Aşk şarkılarının kibirsiz bestecisi bu keklik. Çiftlikte üretilmiş, gitti mi dönmezmiş bu yüzden. Avcılar olmasa kenelerin canına okurlarmış ama otomatik silahlarıyla kuşlara, gökyüzüne sıkıyorlarmış, kentin uru köye de sıçramış. Tarlaların yalnızlığı, sonsuzluğu, sonra küçük bir göl. Geçmişe gidiyor anlatıcı, kızı Hare’yle gittikleri bilim fuarındaki yapay gölü hatırlıyor, para verip oltayla balık avlayan insanlar tuttukları zaman bir daha para veriyorlarmış, anlatıcının şaşkınlığı köydeki hale de sirayet ediyor, köydeki göle keklik atarlarmış. “Birbirinden yüzlerce kilometre uzaklıkta iki şehir, birbirine zerre kadar benzemeyen mekânlar ve iki olay arasındaki onlarca yıl, kafamı karıştıran! Farklı insanlar ama benzer alışkanlıklar!” (s. 29) Öykü güzel gidiyor, sonra Raşit bir vecize sıkıveriyor hemen kovalaşan kuşları görünce: “‘Abi hep böyledir aşk, kaçan kaçmak istemiyor, kovalayan da yakalamak istemiyor valla,’ diyerek araya giriyor arkadaşım.’” (s. 30) Gerek yok yani, Raşit’i o kadar bilmiyoruz, öykünün atmosferi böyle bir sözü taşımayacak denli hafif ve güzel, yüz buruşturup sona geliyoruz.

“Ne De Küçük Ellerin” kötü bir öykü, kötülüğü diğer öykülerle kıyastan tabii, okunur yine. Bir süpermarket manzarası, dilenci bir kadının çocuğu sıraya geçmiş, alacağını alıp çıkacak ama olay çıkıyor, “onların” markete girmeleri yasak olduğu için güvenlik geliyor, müdür geliyor, insanlar toplanıyor. Anlatıcının kendi çocukluğunu, gazoz parası veren Mıgırdiç’i hatırladığı bölüm hoş, gerisi müthiş didaktik. İnsanların söylediklerinin yavanlığı bir yana, oradaki bir annenin teatral çıkışı şu: “‘Daha güzel bir dünyaya uyanabilmek için önce çocukları eğitmekten başlanması gerektiğini savunan sosyologlar, neredesiniz?’” Ne? Anlatıcı o sözlerin orada söylenmesinin doğru olup olmadığını sorguluyor ama büyük bir ciddiyetle yapıyor bunu, saçmalığı çağrıştıracak hiçbir şey yok, öyküde mizah da yok, son derece katı bir öykü, dolayısıyla göze kıymık gibi batıyor bu bölüm. Konu düz bir konu, anlatım kötü kısacası.

“Ayrıntılar Sonra Gelir” hoş bir öykü, anlatıcı bir dizi oyuncusu, meşhur, lise öğrencisi hayranıyla konuşurken sanatından daha çok kızın engin sezgilerini, hayatla dolu oluşunu düşünüyor. Kızda oyunculuk yeteneği var, oyuncunun mimiklerini, ses tonunu taklit ederek rol kesiyor ve oyuncuyu kendine hayran bırakıyor. Fotoğraf çekiliyorlar, kız Guy Fawkes maskesi takıyor, adam kim olduğunun anlaşılmayacağını söyleyince kendisinin bilmesinin yeterli olduğunu söylüyor, nokta. Kısacık, güzel. “Yanılsama” daha kısa ve kitabın iki numaralı öyküsü bence, öyle olmalıydı yani, Genç’in kısa öykülerinin sesi, yapısı oldukça uyumlu, uzunların arasına yerleştirilerek değerleri azaltılmış bence. Belki iki ayrı bölümden oluşsaydı metin, kısalar ve uzunlar, daha iyi olabilirmiş. İki grup arasında çatışma da çıkmaz, öylesi bir fark da yok. “Bir Ay, Bir Dede” mesela, uzun öykülerden kırpılmış bir sahnenin anlatımı adeta. Torunla dede konuşuyorlar, muhabbet mevsimler, meyveler, ay. Son cümlenin vuruculuğu gayet iyi, beklenen insanın bir meyveye dönüşmesine dair gizli isteği sezdiriyor.

“Aşk Yakışır İnsana”da Rüstem Ağbi’nin ne kadar kral bir abi olduğu anlatılıyor, gerçekten de dört dörtlük bir ağbi ama çok zengin olmasına rağmen neden Mahmutpaşa’daki eski bir handa takılıyor, onu çözemedim, ayrıca iki taksi “düşürmek” nereden bakılsa iki milyona patlar, önceki işlerinde dikiş tutturamamış adam nasıl düşürecek taksileri? Neyse, anlatıcı bu iş hanındaki büfede çalışırken herkesi gözlemliyor tabii, hikâyeyi kuruveriyor. Ağbi konfeksiyondaki Naciye’ye âşık, Naciye başkalarıyla takılıyor, takıldığı adamlardan biri de başka kızlarla takılıyor, Ağbi bunları uzaktan izliyor. Hana dair birtakım betimlemeler, işçilerin yaşamlarından kesitler, sonra ansızın çıkan bir yangının her şeyi küle döndürmesi. Eylül‘e bağlıyor öykü biraz, Naciye ve takıldığı genç adam içeride kalmışlar, adam çıkmış ama Naciye kalmış, eh, bunu duyan Ağbi durur mu, ceketini ıslattığı gibi dalmış alevlerin arasına, Naciye’yi kurtarmış ama her yeri yanmış, gözleri hariç. Son.

“İyi İnsan”ı kitabın en iyi üçüncü öyküsü ilan edip bitiriyorum. Anlatıcıyla annesi arasında muhabbet açılmış, anne birinin iyi insan olduğunu söylüyor. Anlatıcı şaşkın, daha önce annesinden birinin iyiliğine veya kötülüğüne dair hiçbir şey duymamış, üstelik o biriyle annesi arasındaki mevzu kırk yıllık, nasıl iyi olabilir? Anne kestirip atıyor, iyi biriydi işte, sonra esas hikâye başlıyor. Genç’in hikâyenin akışıyla annedeki değişimleri göstermesi güzel bir anlatım biçimi, sıkıştırayım şuraya. Hapishane yılları işte, anne siyasi meselelerden kadınlar hapishanesinde, askerler koğuşları basıp her şeyi tepetaklak ederek eğleniyorlar, yat içtimasını tekrar tekrar aldırıyorlar ve tekme tokat girişiyorlar, o iyi biri dayak sırası anneye geldiğinde hemen kadınla yer değiştiriyor ve anneyi kurtarıyor. Mevzu bu, hapishane atmosferiyse bundan çok daha fazlası. İyi bir öykü bu, Yekta Kopan’ın öykülerini genelde pek beğenmiyorum ama onun da hapishaneyi, işkenceyi anlattığı bir öyküsü vardı, her açıdan benziyor buna biraz, o da iyiydi. En iyisini Remzi İnanç’ta buldum ama, keşke kitabı tekrar basılsa da öyküleri okunsa. Çok dağıldı mevzu ya, bu kadarı yeterli.

Denk gelirseniz okuyun diyeceğim, çoğunlukla güzel öyküler.

 

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!