Çin’in yakın tarihini, sosyopolitik ortamını öğrenmek isteyenler bu kitabı okur. Bundan bir tane edinir, yatay veya dikey bir konuma gelir ve okumaya başlar, elinden bırakamaz. Hua romanlarındakiyle aynı üslupla anlatıyor geçmişini, Çin’i on sözcüğe sıkıştırarak açık hava hapishanesini kuruyor. Dehşete düşersiniz, parmaklarınıza bakıp “Bunlar benim parmaklarım mı?” dersiniz, gökyüzünü görmek istersiniz, öyle bir kıskaç. Anlatım da öyle, Hua kendi deneyimlerinden, şahit olduklarından veya öğrendiklerinden tuhaf anlatılar çıkarıyor ve sözcüklere bağlıyor anlattıklarını, “Önsöz” bölümünde karşılaştığımız ve aslında birinciliği gizli gizli üstlenen “acı”nın hikâyesi: 1978’de Çin’in güneyindeki küçük bir kasabada diş hekimi olarak çalışmaya başlıyor Hua, bu başlangıcın hikâyesi aslında başka bir sözcüğün içinde ama kronolojik ilerleyeyim, liseyi bitirir bitirmez diş hekimi yapıyorlar adamı, bir sağlık tesisine yolluyorlar. Çıraklığını yaptığı adam nasıl diş çektiğini gösteriyor: dezenfekte et, uyuştur ve çek. İki kez çektikten sonra odasına geçiyor ve gazete okumaya başlıyor, on sekiz yaşındaki Hua ilk hastasıyla baş başa. Doktorun yaptığını yapıyor, soğuk soğuk terliyor bir yandan, hastası daha da fena terliyor ama diş zaten düştü düşecekmiş, ilk dişini kolayca çekiyor Hua ve o günden sonra binlerce diş çekiyor, kültür dairesinde çalışmaya başlayana kadar. Yazarlıkta tutununca dişçilikten kültürcülüğe vermişler adamı, on farklı yerden damgalattığı belgeyle işini değiştirivermiş ve bütün zamanını yazarlığa ayırmış o günden sonra. Neyse, diş hekimi olarak çalıştığı dönemde Çin çok fakir ama sağlık sistemi güçlü, aşılar ve iğneler halka ücretsiz yapılıyor. Tabii şırınga ve iğneler defalarca kullanıldığı için Hua bütün ekipmanı iki saat boyunca kaynatıyor ve tekrar tekrar kullanıyor, iğnelerin ucu eğrildiği için etten bir parça koparıyor, acı verici tabii. Hua işinin ilk gününde bir fabrikaya giderek işçileri aşılarken adamların ses çıkarmamasına rağmen acı çektiklerini ve iğnenin ucundaki et parçalarını görüyor, fabrikadaki işi bitince yakınlardaki bir okula gittiği zaman çocukların feryat figan ağladıklarını görüyor, aslında kopan et parçası tahmin ettiğinden daha çok acı veriyor. Hastaneye döndükten sonra bileği taşı buluyor ve onca iğnenin ucunu tek tek düzeltmeye başlıyor, saatlerce. “Sanırım bu dünyada, acıdan başka insanların birbirini anlamasını sağlayacak bir şey de yok, çünkü acının iletişim yolu insanların yüreğinin derinliklerinden geçer. Bu yüzden bu kitapta Çin’in acılı zamanlarını yazarken aynı zamanda kendi acılarımı da yazmış oldum. Çünkü Çin’in acısı benim de acımdır.” (s. 11) Koca ülkenin kırk yılda geçirdiği değişimler, toplumun değişimlere ayak uydurmaya çalışırken giderek yozlaşması on sözcükte inceleniyor, niyetim sözcük sözcük incelemekti ama hikâyelerin zamanını parçalamamak daha mantıklı sanırım, o yüzden sözcükleri önden verip Hua’nın anlattıklarını karıştıracağım. Şunlar: “Halk”, “Lider”, “Okumak”, “Yazmak”, “Lu Xun”, “Farklılıklar”, “Devrim”, “Avam”, “Taklit”, “Kandırmaca”.
“Okumak”la başlayayım, diğer başlıkların akışından biraz daha bağımsız. Hua’nın çocukluğunda duvar gazetesi “dazibao” dışında okunacak pek bir şey yok açıkçası, Mao’nun metinleriyle Lu Xun’unkiler dışında birkaç didaktik eser var, o kadar. Hua arkadaşlarına okunacak bir şeyleri olup olmadığını soruyor, evlerdeki kitaplar birbirinin aynı olduğu için pek bir şey çıkmıyor oradan. Bir iki istisna var, az sayıdaki eski ve yırtık kitabı susuzlukla okuyan Hua ne kitabın adını ne de yazarını biliyor, üstelik sayfalar da eksik, elden ele dolaşa dolaşa eskiyen kitabın sayfaları her okumada eksilirmiş. “Zehirli ot” olarak adlandırılan eserlerin basımı yıllar sonra serbest bırakıldığı zaman unutamadığı bir kitabı şans eseri okumuş Hua, Guy de Maupassant’ın bir romanı. Bu serbestiyeti açmalı, Hua’nın yaşadığı yerde tek bir kitapçı varmış, kitaplar kuponla satıldığı ve her bir müşteriye iki kupondan fazlası verilmediği için geceden kuyruklar olurmuş kitapçıların önünde, yüzlerce insan beklermiş. Dedikodu başlarmış hemen: “Yüz kupon dağıtacaklar!” “Yüz elli!” “Üç yüz!” “Beş yüz!” Sonlara kalanlar umutlanırmış, boşa beklemediklerini düşünerek keyiflerini kaçırmazlarmış ama dükkân açılır açılmaz acı haber duyulurmuş hemen: “Elli kupon dağıtılacak! Boşa beklemeyin!” Elli birinci adamın hayal kırıklığını hatırlıyor Hua, kenara çöküp muhtemelen yaşamını gözden geçirmeye başlamış adam. Küfredenler, ağlamaya başlayanlar, sessizce uzaklaşanlar, bir dünya üzüntü. Kitap kıtlığı sırasında Hua’nın bir arkadaşıyla birlikte kitap çoğaltma çabası da anlatmaya değer, bir yerden buldukları kitabı geri vermeden önce elle kopyalamaya çalışıyorlar. Önce evde, sonra okulun boş sınıflarından birinde saatlerce yazıyorlar, biri yorulunca diğeri nöbeti devralıyor ve sabaha kadar yazıyorlar. Arkadaşı son noktayı koyduktan sonra Hua eve gidip uyumadan önce babasının kopardığı kıyameti birkaç sözcükle atlatıyor, sabah kalktığında okula gitmiyor, kitabı okuyacak. Bakıyor ki özenli yazıları sonlara doğru bozulmuş, arkadaşı iyice mahvetmiş zaten son sayfaları, Hua öfkeyle çıkıp arkadaşını arıyor, buluyor ve çıkışıyor. Çocuk gülüyor ve kuytuya çekiliyorlar, okunamayan yerleri kendisi okuyor. Ne zahmet, kültürel çoraklığın içinde sağ kurtulmaya çalışan insanların çabalarını okumanız lazım. Hua için eksik sayfaların ayrı bir önemi de var: “Başlangıçta hayal gücümü eğittiğimi bilmiyordum, o başı sonu olmayan hikâyelere müteşekkir olmalıyım, yaratma tutkumu onlar ateşlemiş, yıllar sonra yazar olmamı onlar sağlamışlardı.” (s. 57)
Kıtlığa bir parantez açıyorum burada, olay denetimsizlikten ve görev bilincinin çarpıklığından kaynaklanıyor. Beş yıllık planlardaki hedefleri tutturmak için tahılın miktarı abartılıyor, depolardaki tahıllar sağa sola saçılıyor ama bolluk zamanları çabuk geçiyor tabii, onca sayıyla doldurulan defterlerdeki tahılın yerinde de yeller estiği için kıtlık bir anda vuruyor, Pekin Üniversitesi’ndeki öğrencilerin ağaçlarda yaprak bırakmadıkları söyleniyor bir yerde. Yaşamını düşündüğünde “yarı aç yarı tok” olduğu geliyor aklına Hua’nın, annesi baş hemşire ve babası doktor olduğu için kursağından bir şeyler girmiş yine. Yetersiz tabii, beslenme büyük problemmiş, Kanını Satan Adam‘da yenen yemeklerin hep ön planda olmasının sebebini de çözmüş oldum Hua’nın bu metinde anlattıklarıyla. İnsanlar kuponlarla yağ alırlarmış ama düğün harcamaları veya başka giderler için sattıkları da olurmuş bu kuponları, rejimin yılmaz neferi olarak devletin paramiliter gençlik topluluğunda adalet dağıtan Hua bir parçası olduğu trajik hadiseyi büyük bir rahatsızlıkla anlatıyor. Sabahları okula gitmeden önce kupon ticaretinin yapıldığı yerlere yollayıp suçluları yakalamalarını isterlermiş, çocuklar beşte kalkıp mekâna giderek pusuya yatarlarmış. Bir gün gençten bir adamı iş üstündeyken yakalıyorlar ve dövmeye başlıyorlar, adam daha fazla suç işlememek için gençlere vurmuyor ama bir eliyle onları itmeye çalışırken diğer eliyle kuponlarını korumaya çalışıyor. En sonunda adamın yüzünü taşla dağıtıyorlar, açmak bilmediği yumruğunu da taşla vura vura açıp kuponlarını alıyorlar. Ağlamaya başlıyor adam, evlilik masraflarını karşılamak için arkadaşlarının kuponlarını borç aldığını söylüyor, kıçına teneke bağlı halde köyüne yolluyorlar resmen. Birkaç şey daha var böyle, oldukça rahatsız edici, özellikle bu adamın ağlaya topallaya yürüdüğü bölümde ağzımdan bir, “Ah!” kurtuldu. Dehşet verici anılar var, okullarda çocukların eğitimden başka her şeyle uğraşmaları, insanların geçinmek için yaptıkları işler ve birbirlerine suç atarak Mao’nun yolunda olduğunu göstermek istemeleri, neler neler.
Müthiş katı bir gerçeklik, balyoz gibi bir metin. Şiddetle tavsiye ediyorum, Yu Hua’nın nesi varsa okunmalı.
Cevap yaz