1992 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan Yakutiler‘deki öyküleri anıdan bilmem nasıl ayırırız, ayırmamız gerekir mi? Yaşamın öyküleşmesi böyledir, türleri tokuşturmasının yanında iyi kurulmuştur, baş tacıdır böyle öyküler. Aziz Nesin’in değindiği prosedürel saçmalıklar bazı öykülere yansımıştır, Burak’ın duyarlılığı absürt hikâyelere de yer vermesine yol açmıştır, iyidir. Beyoğlu’nun eski insanları ve mekânları anlatılır bazı öykülerde, örneğin Burak’ın öğrenciliğinde müdavimi olduğu kitapçının, Niko’nun bahsi mutlu etti beni, Külhani Enteller‘de Fazlı Necib de bahseder Niko’dan, belli ki 1800’lerin sonuyla 1900’lerin başlarında kültür ortamının önemli bir figürüymüş, ne güzelmiş. Çiçek Pasajı’nın ortamları sanatçıdan geçilmezmiş, Sait Faik makarna yiyişini beğenmediği bir adamı dürtüp merdivenlerden aşağı yuvarlamış da piize devam etmiş, başka bir gün olay çıkarmış, Burak’la birlikte karakola götürülmüşler, amir Sait Faik’in sıkı bir okuru olduğu için kısa süre sonra salmışlar adamı, yetmemiş, girmek istedikleri bir mekân kapılarını açmayınca gerilmiş Sait Faik, kafayı gömdüğü gibi kırmış camı çerçeveyi, haydi tekrar karakola, yine kısa süre sonra salınmış. Buradan anlıyoruz ki Sait Faik içmeyi bilmiyor veya o kadar iyi biliyor ki şeytanlarıyla meleklerini birbirine düşürüp sıyrılıyor çıkıntılıklarından, bilemiyorum. Gerçi sırayla gitmek lazım, ilk öykü “Ceraim Kaydı”, ne zaman yazıldığı meçhul, sonraki iki öykünün tarihi de meçhul, geri kalanlar 1990’lardan 1960’lara dek geri geri gidiyor. Neyse, bu öyküde efendiden bir insan konuşmaktadır, 1960’lı yılların başındaki fötr şapkalı kibarlar gibi değilse de okumuşluğu bellidir. Nedir, 27 Mayıs patlamış, ortamın tadı tuzu kaçmış, “tozdan dumandan ferman okunmuyor”. Hengameye bir de taksi şoförü dahil oluyor, efendiden beyimizin evine gitmesine mani oluyor. Çok affedersiniz, Sözlük’te “orospu çocuğu taksici” başlığında anlatılanlarla altmış yıl önce karşılaşmak hiç şaşırtmadı. Şoför bay yedi buçuk lira istiyor ama aslında yol beş liralık, Bomonti’den Ulus’a. Hayır, yedi buçuk. Beş. Yedi buçuk. Yaka paça birbirlerine girecekler neredeyse, anlatıcı bey hemen karakola çekmesini istiyor şoförden. Gidiyorlar, şoför de şikayetçi oluyor. Anlatıcı sarhoşmuş, küfür etmiş, bir dünya mesele. İftira tabii, kibar bay kafayı yiyor, şoförün yalanlarını duyunca kayışı koparıyor ve haklıyken haksız duruma düşüyor. Şikayetçi oldukları için başka bir karakola, oradan başka bir yere, memurlar ilgilenmedikleri için iş sarpa sarıyor iyice, en sonunda bürokrasinin elinden kurtuluyorlar ama yarım günleri gidiyor, en sonunda da taksici o şubeden bu şubeye dolaştırdığı için yol parasını istiyor, otuz lira veriyor kibar bey. Trajikomik bir öykü. Dipnotlarda anlatıcının adeta bir dış ses olarak ortaya çıktığını görüyoruz, örneğin Karaoğlan Karakolu’nda başına başka bir iş de geldiğini, o işi başka bir öyküde anlatmak istediğini söylüyor, böyle şeyler. Amirlerden birinin araya sıkıştırdığı küçük bir hikâye var, onu da anlatmak istedim. Bir vekilin eşi uygunsuz pozisyonda yakalanıyor, aldatıyor eşini besbelli. Karakola getiriliyor, vekile de haber veriliyor ama inanmıyor vekil bey, eşine iftira atıldığını söylüyor. “‘Karısının donunu çıkarıp gazete kâğıdından burnuna soktum, bir de suratına tükürdüm, bir hafta sonra Çemişgezek’e tayinim çıktı… Onun için bu işlerde tecrübe sahibi olmak lazım, siz de barışsanız iyi olur, bak senin için söylüyorum, şoför bu işin sonunda haklı çıkar; seni dava edip tazminat bile alır!’” (s. 14)
Anı dedim de sadece anılardan oluşmuyor öyküler, “Hiçbir Şey Yapmama Bölge Müdürlüğü Dinlenme Kampı” örneği var. Gerçi bir çiftlikte geçen polisiye öykü yazıp adını “Katil At” koymak gibi bir şey ama olsun, dipnot oyunları yeter. Ora adlı bir yerde kuruluyor bu kamplardan biri, Ora için düşülen dipnot şu: “Ora: Orada burada şurada, arsa spekülatörlerinin gözünden kaçıp da banka manka hatta manga mensupları için kurulan kamplardan biri olabilir!” (s. 19) Bu kampı 2014 yılına yerleştirmiş Burak, “dinlenme, döllenme ve eğlenme imkânları” cezbedici, çok içenler yüzünden Kızılay’dan yardım çadırları istenmiş, cins cins plastik balıkların teminiyle kampa renk katılacağı düşünülmüş falan, Henri Lefebvre’in tüketim mekânı üretimlerinin matrak hali.
“Kedi” birçok insanın anlatıya dahil olduğu, Gürpınar tarzı hoş bir öykü. Anlatıcı ucuz bir lokantaya, Lauriston Sokağı’ndaki meskenine gider yine, yemeğini söyler, kedinin teki musallat olur. Mekânın sahibi Arap, kedinin o vakitlerde ortaya çıktığından bahseder, kızın biri muhabbete dahil olur, kedi elden ele.
“Bir Anı” kitaptaki en anı öyküdür. Cihat Burak’ın Güzel Sanatlar Akademisi yıllarından. Cihat Burak’ın hayatından bahsetmek lazımdır başlarken, araya sıkıştırayım, kitaptan çarpıyorum: Öykücü, mimar, ressam. Galatasaray Lisesi’ni ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nü bitirdi (1943). Sonra devletin çeşitli kurumlarında mimar olarak görev yaptı, Paris’e gidip resimle uğraştı, sergiler açtı, 1955’te Türkiye’ye döndü, 1961’de tekrar Paris’e gitti ve 1965’te döndü, 1970’lerden sonra ölüm düşüncesini eserlerinde işledi. Baktığımızda 1970’ten sonra yazdığı öykülerde geçmişi sık sık eşelediğini görüyoruz, yaşamının kaybolup gitmesini istemeyen bir adamın sanatı merkeze alan çabaları işte bu öyküler de. Neyse, Akademi’de okuyan Burak o sıralarda çalışmaktadır aynı zamanda, meteliğe kurşun atmaktadır, bu kurşunu ben silahtan çıkan kurşun olarak anlayıp dıkşın diyeceğim, Burak’ın üstü başı perişandır, berduş gibi dolanmaktadır, derslere iki dirhem bir çekirdek gelenlerin yanında bir gariptir, hocalarının gözüne giremez bu yüzden. Arif Hikmet Bey’in gözü bu açıdan pek önemlidir, okulu bitirmek için Burak’ın bu hocaya iyi bir proje sunması lazımdır. Çalışıp didinir, bir iki arkadaşının yardımıyla şahane bir proje hazırlar ve sunar. Her şey iyi gider aslında, kaldığını öğrendiği zaman çok şaşırır. Ertesi sene düzenlenen bir sergide projesinin en iyi eserler arasında yer aldığını görünce şaşkınlığı iyice artar, bölüm başkanına giderek ayağın neliğini sorar. Anlaşılır ki projesi çok beğenilmiştir, kuruldan geçer ama Arif Hikmet Bey hemen şerh koyar, öğrenci kendisini gelip görmemiştir, bu yüzden kalmasını ister. Dersin hocasıdır, kimse karşı çıkamaz. O sırada öyküden ve mimarlıkla ilgili yarışmadan güzel paralar kazanır Burak, okulu da bitirir nihayet.
“Yürüyor Abi” yaşamdan bir kesittir, Burak o dönemlerin gündelik yaşamını bütün detaylarıyla aktarmayı pek sever anlaşıldığı kadarıyla. Anlatıcı minibüse biner, şoförün yolda gördüğü güzel bir kadına takılır gözleri, adamın, “Yürüyor abi, süt süt!” deyişlerine uyuz olsa da sıkış tepiş minibüste muhabbet etmekten başka şansı yoktur. Gideceği yere kadar konuşur, başkaları da muhabbete dahil olur, en sonunda kadının genelevler sokağına girdiği görülünce derin bir sessizlik. Şoför bozar: “Yürüyor abi ya!”
“Sühat Çocuk” en uzun öykü olabilir, Burak’ın aile anlatısı. Firuzağa’daki büyük evi anımsıyor Burak, geniş aile o evde yaşıyor, kuzenler büyüyorlar, Burak da büyüyor ve herkes birer birer evden ayrılıyor ama öncesinde mahallenin ortamı, kuzenlerin nevi şahsına münhasır davranışları, dönemin Beyoğlu ortamları yine, tabii çocukluğun büyülü gözünden. Anlatıcı zaman geçtikçe o büyünün kaybolduğunu, ölümlerle yüzleşmenin olgunlaştırdığını sezdirir, en sonunda uzun uzun anlattığı insanlar da ölürler, geriye bir anlatıcı kalır koca aileden. Acı bir öykü, zamanın pata küte geçtiğine dair.
Burak’ın çizimleri ve el yazısının bulunduğu kâğıtlar da var öykülerin arasında, Arap alfabesinden daktilo sayfalarındaki Latin harflerine geçişi izleyebiliyoruz. Ama bu kitabı çok yerde bulamıyoruz, tükenmiş. YKY’den Burak’ın diğer iki kitabıyla birlikte bu kitabı da basmasını diler, okuyacaklara sıhhat dilerim.
Cevap yaz