Bütün hikâye Stingo’nun Manhattan’da bir daire kiralayacak kadar varsıl olmamasından doğar. 1947’nin yazı, yirmi iki yaşında genç bir adam McGraw-Hill’de çalışarak edebi yeteneğini köreltme pahasına dandik metinleri raporluyor, düzeltiyor, itip çekiyor. Savaştan yeni dönmüş, hiçlik duygusundan hemen kurtularak romanını yazmaya başlamış bir güneyli. Stingo’nun yazdığı raporlar kalite bakımından beklenenin üzerinde, bir ikisine yer de verilmiş. Adamın canı sıkılıyor belli ki, matrak bölümlerin yanında lügat paralamanın haddi hesabı yok. Babasıyla çok yakın, mektuplaşıyorlar, adam Stingo’nun en büyük destekçisi ama içten içe memleketine dönmesini de istiyor, miras kalan fıstık tarlasını devralırsa zengin olmaz da refah içinde yaşamını sürdürür. Vazgeçmez mi? Sonuna kadar gitmek istiyor Stingo, işten çıkarıldığı bölümde dönemin edebi anlayışına ve edebiyat dünyasına dair malumat pek hoş, babadan gelen mektup daha da hoş. Styron yan hikâyeler yaratarak savaş sonrasının atmosferini anlatıyor, bunun yanında geçmişin henüz aşılamamış sorunlarını da gözden geçiriyor. Mektupta bahsedilen miras bir miktar parayı da içeriyor, Stingo’nun dedesinin sahip olduğu kölenin satışından elde edilen para kuzenlere bölüştürülünce birkaç yüz dolar kalmış Stingo’ya, romanını yazıp bir süre daha New York civarında takılması için yeterli. Kölelik ve Kuzey-Güney meselesi bu mektuplarda ve Stingo’nun anlattıklarında uzun uzun irdeleniyor, elimizde yedi yüz küsur sayfalık bir metin var, haliyle Sophie dışında her şeyden bahsedilecek, özellikle de anlatıcı arada kalmışlığının farkındaysa, hassas ve bilgili genç bir adamsa. Cinsellik de ayrı mevzu, Stingo metnini yaşananlardan yirmi yıldan fazla bir süre sonra kaleme aldığı için cinsel devrime şahit olmuş, kendi yaşadıklarını metni yazdığı zamanın gerçekliğiyle karşılaştırarak anlatabiliyor. Ne işte, Nathan ve Sophie’nin tanıştırdığı bir kızla sevişecek ama kız belli bir noktadan sonrasına izin vermiyor, meğer yaşayamadıkları diline vurmuş da korkar hale gelmiş seksten, psikanaliz bir noktaya kadar işe yaramış. İnce eleştiriler arada yitip gidebilir, Styron göze sokmuyor da şöyle bir üzerinde durup geçiyor. Stingo’nun açlığınıysa uzun uzun anlatıyor, 1940’ların dünyasında cinsellik püriten dünyanın tabusu basbayağı, savaştan sağ çıktıktan sonra hayatını yaşamak isteyen genç adamın önünde toplumsal normların duvarı yükseliyor. Yapacak bir şey yok, Sophie’ye âşık olacak ister istemez.
Stingo bulduğu pansiyona yerleşir, pansiyonun sahibi olan kadının o döneme göre özgür düşünceli olması ve pansiyonun ucuzluğu Stingo’nun hemen karar vermesini sağlar. Komşuları zararsız çatlaklardır, şehrin kenara köşeye attığı ama yaşamaktan vazgeçmeyen, zararsız insanlar. Nathan ve Sophie de öyle. Stingo’nun odasının üzerinde ikisi oturuyorlar, hemen her gece seviştikleri zaman bütün ses alt kata iniyor, korkunç bir gürültü. Birbirlerini seviyorlar ama büyük bir terslik var, Nathan’la tanıştığı sırada bir şeylerin yolunda gitmediğini anlıyor Stingo. Tam da fırtınanın gözüne denk geliyor, Nathan hakaretlerini bir bir sıralarken Stingo’yla karşılaşıyor ve bir daha geri dönmeyeceğini haykırarak bir hışımla çıkıp gidiyor. Tam bir tanışma denemez tabii, sonraları Nathan normale döndüğü zaman doğru düzgün tanışıyorlar ve Sophie’yi görür görmez tutuluyor Stingo, üçünün yazgısı da o an çentiliyor sayfalara, yıllar sonra yazılacak olsa bile Stingo için yaşamının en unutulmaz yazını yazmamak düşünülemezdi. Neredeyse günlük tutar gibi yazıyor Stingo, detayları hatırlamakta maharetli, bunun yanında diyalogları hatırladığı gibi mi yoksa tekrar kurgulayarak mı yazdığını dile getirmiyor, belki bu yüz ekşitebilir ama büyük bir sorun değil. Ishiguro buna dikkat eder mesela, karakterine anlatının bir yerinde söyletir neyi nasıl yaptığını, iki yazarın anlatımındaki benzerlikleri düşününce Ishiguro’nun Styron’dan etkilenmiş olabileceğini düşünerek söylüyorum. Ishiguro da esas hikâyeyi bir sürü yan hikâyenin çözdüğü karmaşalarla geliştirir de karanlıkta kalmış gerçekleri ortaya adım adım çıkarır, aynı teknik. Styron üç karakteri karşı karşıya getirdikten sonra zaman zaman geçmişlerine dönerek davranışlarındaki örüntüyü ortaya çıkarmaya çalışacaktır, mesela Nathan’ın öfke patlamaları, Sophie’nin onca badireyi atlattıktan sonra defalarca Nathan’a dönmesi ve Stingo’nun Nathan’a bağlılığı anlatının sonuna doğru anlam kazanıyor. Romanın başyapıt niteliğini kazanmasında sırf Styron’ın üç karakter arasındaki ilişkileri inşa etme yöntemi bile yeterli, öylesi bir karakter derinliğini üç kez çoğaltmak büyük ustalık, başka ustalıklar cabası. Neyse, yavaş gideyim, tanışıyorlar, Nathan normale dönünce ortaya çıkıyor ve Stingo’yla arkadaş oluyor. Sophie’yle ikisi otuzlarına merdiven dayamışlar, Nathan otuzu aşkın da olabilir, hatırlamıyorum şimdi ama aralarında nesil kopukluğu yok, bambaşka kopukluklar var. Sophie’nin yaşamı zaten başlı başına bir olay, Nathan’ı anlatayım. Aslında Nathan’ın anlattıklarındaki gerçek dışılık en başından belli ama elimizde yeterli veri olmadığı için çözemiyoruz. Harvard mezunu olduğunu ve biyolog olarak çalıştığını, muhteşem işlere imza attığını kendisi söylüyor ama neden Brooklyn’deki dandik bir pansiyonda kaldığına dair hiçbir şey söylemiyor, zıvanadan çıktığı anlara dair de hiçbir şey yok, özür dileyip geçiştiriyor ama akıl alır şeyler değil yaptıkları, Sophie’ye ettiği küfürler, sonrasında Stingo’ya söyledikleri affedilebilir gibi değil. Sağlıklı bağlar kurulmadığı, kurulacak gibi de olmadığı için son âna kadar kopamıyorlar adamdan çünkü Nathan’ın neşesinden, bilgeliğinden ve inceliğinden çok etkileniyor Stingo, adeta hiç sahip olmadığı abisine kavuşmuş gibi hissediyor ve yalnızlığını dindiriyor tabii, küçücük bir güney kasabasından geldiği için büyük şehirde yaşadığı sıkıntıların dile getirmesinden belli. Stingo’nun babası bir kez ziyarete geliyor mesela, New York’tan nefret ettiğini, insanların hayvan gibi yaşadıklarını söylüyor, dedeyse daha eski meseleler yüzünden ülkenin kuzeyine küs, daha fena. Edebi meseleler var, Nathan dehasını bu dalda da göstererek Yahudi yazarların yükselişe geçtiğini, Güney’in edebi anlamda gerilemeye başlayacağını söylediği zaman Stingo çok sinirleniyor ama kendisi de takip ediyor durumu, Nathan’ın haklı olduğunu düşünüyor. Kendisi de yazar olmak istemiş, üniversitenin kütüphanesinde saatler geçirmiş, yazar çizer tayfasıyla takılmış Nathan ama o parıltıya sahip olmadığını anlayınca bilime kırmış dümeni, bilimle sanat arasındaki ilişkiyi irdelediği bölümler de çok sağlam. Kısacası tam bir rol model Stingo için, dolayısıyla kırıp döktüklerini Sophie’yle birlikte bir süre idare ediyorlar ama son olayın ardından kirişi birlikte kırıyorlar, fıstık tarlasına kaçıyorlar ve hikâyesini anlatmaya devam ediyor Sophie. Esas mevzuya, Sophie’nin yaşamına hiç değinmedim, filmi izleyenler bilir ve okurların ellerinden öper. Sadece şunu söyleyeceğim, sadece bir seçimden söz etmemeli. Sophie’nin “Zofia” olduğu zamanlarda Polonya’da yaşananlar, sonra toplama kampları ve ABD’deki hayat pek çok seçimin ürünü. Zofia direnişçilere yardım etmekte ayak diremeseydi bazı şeylerin seyrini değiştirebilirdi belki, babasının eylemlerine iştirak etmeseydi suçluluk duygusu o kadar şiddetlenmeyecekti, Yahudi Nathan’ın hakaretlerine direnebilecekti, ne bileyim, yaşamı boyunca yaptığı tercihler onu getirmiş de Nathan’a sonsuz bir bağışlayıcılık duymasını sağlamış, trajik sona da o tercihler yol açmış tabii.
Styron’ın emeği malum. Günlerce, aylarca araştırmış, kamplardan Polonya’nın siyasi ortamına kadar hemen her şeyi yedirmiş anlatıya. Arendt fikirleriyle çıkıyor karşımıza, Eichmann ve diğer kodamanların yargılanmaları, insanlık dışı muameleler, dönemin dünyasına dair çok şey var ve sırıtmıyor, Styron şahane bir kurguyla derleyip toparlamış edindiği ne varsa. Muazzam bir metin, bu.
Cevap yaz